XVI. Yüzyil Türk Edebiyati
Bu yazı Hasan ERYILMAZ tarafından 30.05.2020 tarih ve 23:17 saatinde Edebiyat kategorisine yazıldı. XVI. Yüzyil Türk Edebiyati
makale içerik
XVI. YÜZYIL TÜRK EDEBİYATI
A) XVI. Yüzyılın Siyasi ve Sosyal Durumu
XVI. yüzyıl her yönüyle Osmanlı için bir altın çağdır. Bu devirde devletin sınırları üç kıtaya yayılarak Türk tarihindeki en geniş sınırlara ulaşmış kudret ve zenginlikte üstünlüğü övülecek duruma gelmiştir. Devlet adamları zeki, dürüst, ahlaklı, adil ve yetenekli kişilerdir. Ordu ve donanama tam manasıyla bir disiplin içindedir. Ekonomik durum yerli yerinde, halkın geliri ve rahatı gayet iyidir. (SOYSAL, 2002, s.379).
XVI. yüzyılın olaylarını şöyle sıralayabiliriz:
Osmanlı Devletinin başına geçen Yavuz Sultan Selim ilk seferini doğu sınırlarında durmadan karışıklık çıkaran Şah İsmâil üzerine düzenler. Safevî Devleti’nin başında bulunan Şah İsmâil, Türk asıllı olduğu halde siyasi emelleri uğruna doğu Anadolu halkını bölüp ayırmaya uğraşmaktadır. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti’ni uzun süre uğraştıran Şah İsmâil’i ( 23 Ağustos 1514) Çaldıran’da yener. Böylece imparatorluk için manevi bir tehlike olan Şîî-Safevî propagandasının önüne geçer. (TDEK, 1992,s.13).
Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran’da kazandığı bu zafer devletin başarılar zincirinin başlangıcı olmuştur. Bu seferin ardından Ridâniye (1517) ve Merc-i Dâbık (1516) zaferleriyle Suriye, Filistin, Hicaz ve Mısır Osmanlı ülkesine katılır. Ayrıca Ramazan Oğulları ve Dulkadir Oğulları gibi önemli merkezlerde Maraş, Mardin, Kayseri, Diyarbakır, Adana ve çevreleriyle birlikte Osmanlı ülkesine katılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin Doğu’da kazandığı bu başarıların önemli bir sonucu olarak İslam dünyasında egemenliğin sembolü olan “Halifelik” Osman Oğulları ailesine geçmiştir. 10 Temmuz 1517’de Mekke Emiri, Mekke ve Medine’nin ana hatlarıyla Mukaddes Emanetler ve Peygamberimizin bayrağı olan Sancak-ı şerîf’i teslim eder. (İSLAM, 1992, s.96).
Yavuz Sultan Selim’in 21 eylül 1520 gecesi vefat etmesi üzerine Sultan Süleyman Han 30 Eylül 1520’de tahta çıkar. Sultan Süleyman Han hukuka bağlılığı ile ünlüdür. Adildir. Zulme sapanları affetmez. Devlet memurlarını geçerli bir gerekçe olmadıkça azletmez, mutlaka haklı sebeplere dayandığı zaman azlederdi. Kanuna ve adalete bu derece düşkün olması sebebiyle ona “Kanûnî” unvanı verilmiştir. Avrupalılar arasında ise “Muhteşem Süleyman” ve “Büyük Türk” diye anılmaktadır. (GÜNENSAY, 1943, s.142)
Osmanlı İmparatorluğu Yavuz Sultan Selim’den sonra oğlu Kanûnî Sultan Süleyman zamanında da muazzam kudret ve hakimiyetini devam ettirdi. Hem doğuda hem batıda fakat bilhassa batıda önemli başarılar kazandı . Kırk altı yıllık saltanatı döneminde Avrupa seferlerine ağırlık verildi. 1521’de Belgrat, 1522’de Rodos Kalesi fethedildi. Macaristan üzerine düzenlenen sefer başarıyla sonuçlanır ve 1526’da Budin teslim alınır. 1529’da yapılan seferde Viyana kuşatılır. 1532’de Almanya seferine çıkılır. Kanije ve Temeşvar alınır, Avrupa’yı bölmek için 1537’de Fransızlara “Kapitülasyon” olarak adlandırılan ticari müsaadeler verilir. (İSLAM, 1992, s.92).
Osmanlı Devleti üç kıtayı kendisine bağladığı gibi denizler üzerindeki hakimiyetini de başarıyla sağlamıştır. Daha Yavuz Sultan Selim zamanından itibaren büyük denizci Barbaros Hayrettin ile birlikte Cezâyir ve Tunus’un Osmanlı Devletine bağlanmasıyla denizlerdeki hakimiyet başlamıştır. Preveze Deniz Zaferiyle birlikte Akdeniz bir iç deniz haline getirilmiştir. Kemal Reis, İlyas Reis, İshak Reis, Oruç Reis, Hızır Hayrettin Reis ( Barbaros Hayrettin Paşa), Pîrî Reis, Uluç Ali Reis, Turgut Reis, gibi namlı kaptanlar Cebre, Cezayir, Tunus, Sakız, Korsika Adası ve Trablusgarb’ı Osmanlı topraklarına kattılar. Osmanlı denizcileri XVI. yüzyılın başında itibaren Hind sularında da görülmeye başladılar. (İSLAM, 1997, s.97).
Fakat önce Kıbrıs Lepant malubiyeti daha sonrada İran ve Avusturya savaşları bu muazzam askeri ve siyasi kuvvetin yükseldiği yerden aşağıya düşmeye başladığına birer işaret oldu.
Kanûnî’nin ölümünden sonra Sultan II. Selim Osmanlı tahtına geçmiştir. II. Selim devlet işleriyle uğraşmaktan çok kadın, kız ve içki sohbetlerine düşkündü. Sultan II. Selim devrinde Sokulu Mehmet Paşa’nın tedbirli yönetimiyle devletin bütünlüğü ve ihtişamı sürmüş ama yüzyılın sonunda çok değişik ırk, dil ve dine mensup toplulukların oluşturduğu Osmanlı Devleti’nde bazı aksaklıkların, yanlışlıkların ortaya çıkmaya başladığı, alınan bazı tedbirlere rağmen açık bir şekilde görülmeye başlamıştır. (TDEK,1992,s.131)
Askeri ve idari Osmanlı kurumları özellikle Sokulu Mehmet Paşanın ölümünden sonra süratle bozulmaya başladı. Bu zorluklar o dönemdeki bazı mütefekkirler ve tarihçiler tarafından görülmüş ve tehlikenin büyüklüğü az çok hissedilmiş olduğu halde imparatorluğun dıştan görünen göz kamaştırıcı parlaklığı içinde bunlar esaslı bir şekilde göze çarpmamıştır. (BANARLI, 1998, C.1,s.516)
Sultan II. Selim zamanında devletin büyüklüğü ve ihtişamı belirli bir süre daha devam eder. Kuşkusuz bunda vezir-i azam Sokulu Mehmet Paşa’nın payı büyüktür. Bazı tedbirler alınsa da aksaklıklar kendini XVII. yüzyılda göstermiştir.
Sultan II. Selim zamanında daha çok deniz muharebeleri yapılmıştır. Kıbrıs’ın fethi, İnebahtı yenilgisi, Batı Avrupa topluluklarının Osmanlıya bağlanması devrin önemli hadiseleridir. Sultan II. Selim zamanında devletin kaderini değiştirebilecek üç projeye başlanır. Süveyş kanalının açılması, Karadeniz’i Hazar denizi ile birleştirecek kanalın açılması ve Marmara ile Karadeniz arasında İznik ve Sapanca gölleri ile Sakarya’yı birbirine bağlayacak kanalların açılması fakat bu projelerin ortak bir olumsuz yanı olmuştur ki buda hiçbirinin tamamlanamamış olmasıdır.
Sultan II. Selim’in 1571 yılında vefat etmesi üzerine Osmanlı tahtına Sultan III. Murad Han çıkmıştır. Bu dönemde de yine Sokullu Mehmet Paşa vezîr-i azam görevinde bulunmaktadır. Yalnız eski gücünün kalmadığı görülmektedir. 1577’de Sokullu Mehmet Paşa’nın itiraz etmesine karşılık Lala Mustafa Paşa komutasındaki ordu İran seferine çıkmıştır. Safevi devleti ile zorlu savaşlar yapılmış barış ise ancak savaşın başlamasından on üç yıl sonra 1590’da yapılmıştır.
1595’de vefat eden Sultan III. Murad Han yerine Sultan III. Mehmet Han tahta çıkmıştır. Bu arada aldığımız Estergon Kalesi de geri verilmiştir. Padişah sefere çıkar ve Macar ovasına girilir. 1596’da Eğri kalesi fethedilir. Haçova zaferi bu asırda Osmanlı Devleti’nin kazandığı son zafer olmuştur. (İSLAM, 1992,s.96).
XVI. asır Osmanlı Devleti’nin zirveye ulaşması ve hemen ardından duraklama devresine girmesi ve düşüşe geçmesine karşın Safevîler ve Bâburlular (Hind Timurî) bir yükseliş devresine girmişledir. İran ve Azerbaycan’da siyasi ve askeri hakimiyet kuran Safevî Devleti’nin kurucu olan Şah İsmâil çok kısa bir süre içinde Ceyhun nehrinden Basra Körfezine ve Afganistan’dan Fırat nehrine kadar büyük bir alanı alarak buralara hakim oldu. İran, Horosan ve Azerbaycan Safevî hakimiyeti altına girdi. Fakat Şîî olan Safeviler ile Sünnî olan Osmanlılar arasında manevi zıddiyet nihayet Şah İsmâil’in orduları ile Yavuz Sultan Selim’in ordularını karşı karşıya getirince Yavuz’un 23 Ağustos 1514’te kazandığı Çaldıran Meydan Muharebesi ile Şah İsmâil’in Safevî hakimiyetine tamamen son verilmekle birlikte bu devletin bir İran devleti halinde yaşaması gibi bir netice ortaya çıktı. Nihayetinde büyük Safevî Devleti son buldu. (GÖNENSAY, 1943,s.143)
XVI. asır sadece Anadolu’daki gelişmelerle kalmamış bu dönemde Ortaasya’da da önemli hadiseler meydana gelmiştir. Türkistan’da hakimiyet kuran Timûr hanedanının çocukları bu dönemde Türkistan’daki hakimiyetlerini hemen hemen terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunun sebebi ise Timûr varislerinin Özbek’lerle yaptıkları mücadeleler olmuştur. Türkistan’da birçok büyük ülkeler ve mamur şehirler Özbekler tarafından işgal edilmiştir. Fakat kesin bir hakimiyet kurulamamıştır. İstiklal davasında bulunan mahalli beylerin isyanlarıyla karşılaşılmıştır. Böylelikle bütün XVI. asır Türkistan’da geçek bir düzenin ve otoritenin oluşamadığı karışık bir düzen olarak geçmiştir. Bunlarla beraber Timûr’un çocuklarından olan Bâbür Şah bir Türk-Moğol hakimiyeti ve Türk devleti kurmayı başarmıştır. Yalnız bu devlet Türkistan’da değil Hindistan’da kurulmuştur. Özbeklerin baskısı sonucu Hindistan’da devlet kuran Bâbür Şah’ın burada oluşturduğu medeniyet Türk tarihinin iftiharla anacağı medeniyetlerden biri olmuştur. (BANARLI, 1998.C.1, s.516).
Bâbür Şah’ın kurduğu bu saltanat yirmi yıl sürmüş ve ondan sonra bunu çocukları devam ettirmiştir. Bunlar içinde Celâleddîn Ekber Padişah babası gibi devleti huzur içinde yönetip yarım asırlık saltanatı boyunca Türk-Moğol imparatorluğunun en parlak devrini yaşatmıştır. XVI. asırda Hindistan’da kurulan bu büyük medeniyetin zor dönemleri başladı ve birkaç asır daha yaşatılsa da Hindistan hakimiyeti Avrupalıların eline kalmıştır. Bunlar da gösteriyor ki Bizans’ı yıkan ve Avrupa’da siyasi ve askeri büyük bir hakimiyet kuran Osmanlı İmparatorluğu’ndan başka on altıncı asırda Bâbürlüler ve Safevî’ler gibi iki büyük Türk-İslam devleti de doğu dünyasında Türk hakimiyetini ve dolayısıyla Türk medeniyetini yaşatmaya muvaffak olmuşlardır. Bâbürlüler ve Safevî’ler tarafından meydana getirilen eserler uzun süre Türklerin izini ve varlığını hissettirmiş dünya mimarisinde önemli bir yer ve itibar kazandırmıştır. (BANARLI, 1998,C.1.s.516).
Bu yüzyılın siyasi tarihine genel olarak baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nin bütün müesseselerinde gelişme görülür. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında ihtiyaçlara ve siyasi hayatın gereklerine göre kanunlar yeniden düzenlenir. Bununla birlikte eksikliği duyula ilim kurumları geliştirilmeye çalışılmıştır. İmar faaliyetleri yoğunlaşmıştır. Mimar Sinan gibi bir deha şahsiyet ve onun elinden çıkan öğrencilerinin, usta mimarların yaptıkları cami, medrese, han, hamam, köprü gibi ölümsüz eserlerle bütün ülke donatılmıştır. Osmanlı Devleti bu sosyal konular ve yapılan işlerle ilgili bütün konuların şeriata ve töreye uygun olmasına bilhassa özen göstermiştir. Bunları yaparken de devletin birliği ve bölünmezliği ile dini üstünlüğü esas alınmıştır. Bu düzeni bozmak isteyenler ise her kim olursa olsun hemen cezalandırılmıştır. Osmanlı padişahları, adaleti mülkün temeli ve halkı da yüce Allah’ın (c.c.) emaneti saymışlar kurulan düzende ırk, din, dil, ayrımı gözetmeden insanların huzur içinde yaşamalarına gayret etmişlerdir.
B) XVI. Yüzyılın Dil, Sanat ve Edebiyatı
XVI. yüzyıl dil, kültür, sanat ve edebiyat sahasında Osmanlı Türkçe’si edebiyatının imparatorluk tarihindeki en üstün seviyeye ulaştığı dönemdir. Osmanlı’da fikir ve sanat hayatı devletin siyasi, askeri ve medeni ihtişamına uygun bir şekilde gelişerek kendini diğer Türk devletlerine kabul ettirebilecek klasik bir edebiyat meydana getirmiştir. Bu dönemdeki gelişme sadece edebiyat alanında değildir. Devlet bir bütün olarak yükselişe geçmiş ve her kurumda büyük ilerlemeler görülmüştür. İlim alanında birbirinden büyük alimler yetişmiş, mimari alanda Mimar Sinan gibi dünyanın en büyük mimarı yetişmiştir. Minyatür, süsleme, hat sanatı gibi zevk, çizgi, desen, renk ve işleme güzellikleri bakımından da bu yükselişin boyutlarını gösteren şaheserler meydana getirilmiştir. (BANARLI, 1998, C.1, s.557).
Devletin bütün kurumlarında görülen bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak kültür, dil, sanat ve edebiyat ilerlemiş bunda da Osmanlı padişahlarının özel çabalarının büyük bir etkisi olmuştur. Osmanlı padişahları kültürlü ve sanatçı kişiler olup bu özellikleri dolayısıyla da ilim ve sanat hayatının korunup kalkınmasında önemli bir rol oynamışlardır. Bu asrın kültürü Osmanlı’nın geniş sınırlarda sahip olduğu zenginlikleri, farklı sanat anlayışlarını, türlü dilleri, sanat ve kültürleri bir arada toplayabilmesi sayesinde daha da ileri bir düzeye ulaşmıştır. Ayrıca padişahların ilim ve sanat adamlarını sürekli kollamalarının yanında onlara hediyeler vermeleri, sohbetlerine dahil edip mükafatlandırmaları, yazdıkları şiirler karşılığında akçe vermeleri ve birçoğuna da inanılması güç derecede aylıklar bağlamaları sanatın değerini arttırmış ve zirveye ulaşmasını sağlamıştır.
Osmanlı padişahlarının Sultan II. Murat’tan başlayarak şiir ve edebiyatla ilgilendikleri, kendilerinin de şiir söyledikleri görülür. Fatih Sultan Mehmet (Avnî), Sultan II. Beyazıt (Adlî), Yavuz Sultan Selim (Selimî), Kanûnî Sultan Süleyman (Muhibbî), Sultan II. Selim (Selimî), Sultan III. Murat (Muradî); şehzadelerden Sultan Cem, Sultan Korkut (Harîmî), Sultan Mustafa (Muhlisî), Sultan Mehmet, Sultan Beyazıt oldukça tanınmış şairlerdir. İçlerinden en çok şiir yazan ve neredeyse dönemin birkaç şairi hariç diğer şairlerini geçen kişi Muhibbî mahlaslı Kanûnî Sultan Süleyman’dır. Divanında sadece 2799 gazel bulunmaktadır. (İSLAM, 1992, s.98)
Bu asırda Osmanlı Devleti’nin bütün şehirlerinde ilim ve sanat faaliyetleri görülmekle birlikte devletin merkezi şehri İstanbul’dur. Diğer ilim merkezleri ise Anadolu’da; Bursa, Kütahya, Manisa, Konya, Kastamonu, Trabzon, Denizli, Amasya, Rumeli’de; Edirne, Filibe, Sofya, Piriştine, Üsküp Ve Acem’de ise Bağdat şehridir. Bu şehirlerdeki alimlerin ve şairlerin toplantıları akademik bir değer almıştır. Padişah sohbetlerinde, saraylarda, konaklarda, savaş yollarında ve ilmi sınıflara göre evlerde hatta yazları köy kahvelerinde bile bu ilim sohbetleri bir gelenek halini almıştır. Başta ilme, edebiyata, okumaya ve musikiye meraklı münevver bir sadrazam olan Makbul İbrahim Paşa olmak üzere devrin padişahlarından sonra gelen büyükleri de genellikle alimleri, sanatkarları, şairleri korumak ve onlara maaş bağlamak, ilim ve sanat adamlarının geleceklerini emniyete almak için çalışıyorlardı.
Bu dönemde sanata ve sanatçıya verilen bunca emekte sonuçsuz kalmamıştır. Dönemin ünlü ilim adamları arasında başta Zenbilli Ali Efendi olmak üzere Kemalpaşa-zâde Şemseddin Ahmet (İbn-i Kemal), Taşköprülü-zâde İsameddin Ahmet, Gelibolulu Mustafa Sürûrî, Kınalı-zâde Ali Efendi, Ebussuûd Efendi, Pîrî Reis, Seydi Ali Reis gibi ilmi şahsiyetler bulunmaktadır.
Bu yüzyılın önemli tarihçileri ise Kemalpaşa-zâde, Hoca Sadeddin, Lütfi Paşa, Selanikî ve Gelibolulu Ali’dir.
Yine bu dönem Klasik Türk edebiyatında, edebiyat tarihleri için çok önemli bir kaynak olan tezkireler ve yazarları şunlardır:
Heşt Bihişt (1538) – Sehi Bey, Tezkire-i Latîfî (1546) – Kastamonulu Latîfî, Meşâirü’ş-Şuarâ (1568) – Aşık Çelebi, Tezkiretü’ş-Şuarâ (1586) – Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Gülşen-i Şuarâ (1546) – Ahdî ve Tezkiretü’ş-Şuarâ (1596) – Beyâni.
XVI. yüzyıl Klasik Türk edebiyatının tanınmış şairleri Zâtî, Hayâlî, Bâkî, Halîmî, Âhî, Benli Hasan, Nihânî, Revânî, Figânî, Kemal-zâde, Sâgarî, İshak Çelebi, Edirneli Nazmî, Bursalı Rahmî, Celilî, Fevrî, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Nev’î, Gelibolulu Mustafa Âlî, Bağdatlı Rûhi, Güvâhi, Bursalı Lâmi’î ve Fazlî’dir.
XVI. asırda halk edebiyatına ilişkin fazla bir bilgi bulunmamaktadır. Ağırlık divan edebiyatı ve dini-tasavvufi Türk edebiyatı ürünlerine verilmiştir. Ancak halk edebiyatının sözlü geleneğe sahip olduğu düşünülürse bu dönemin hareketli bir halk edebiyatı olduğu kanısına ulaşılabilir. Osmanlı Devleti’nin bu şaşaalı dönemini destanları, koşmaları ve türküleriyle yaşatıp onları nesilden nesile aktararak günümüze ulaştıranlar halk şairleridir.
Bu asırda bütün Türk coğrafyasında halk edebiyatı geleneği içinde halk arasında söylenip gelen destanlarımız ve halk hikayelerimiz de bulunmaktadır. Halk arasında dost toplantılarında veya kahvehanelerde anlatılıp okunan Dede Korkut Hikayeleri, Köroğlu Destanı, Leyla ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Fehat ile Şirin, Âşık Garip hikayeleri, mesneviler, menkıbeler, masallar, meddah hikayeleri halkın hikaye dinleme ihtiyacını karşılamaktaydı. Anlatılan hikayelerin birçoğu yüzyıllar öncesine dayanmakta ve farklı şekilleri bulunmaktaydı.
Genellikle halk edebiyatının bir kolu olarak adlandırılan Tekke edebiyatı da aslında başlı başına bir edebi kol durumundadır. Bu alanın diğerleri ile karıştırılmaması gerekir. Klasik Türk Edebiyatı şairlerinin ve Halk Edebiyatı şairlerinin pek çoğu Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı (Tekke Edebiyatı) alanında da eserler vermişlerdir. Anadolu’daki tekkelerde yetişen pek çok şair Allah aşkını terennüm eden şiirler yazmışlar ve Bektaşîlik, Bayramîlik, Melamîlik, Halvetîlik gibi tarikatların yaygınlaşmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu asrın önde gelen şairleri arasında İbrahim Tırsî, Sümbül Sinan, İbrahim Gülşenî, Ahmet Şarban, Ümmi Sinan ve Azmî gibi şahsiyetler bulunmaktadır.
Bu yüzyılda Halk şiiri alanında yetişmiş olan en büyük şahsiyet, hayatı hakkında fazla bir bilgiye sahip olmadığımız Karacaoğlan’dır. Bu asrın diğer halk şairleri ise Kul Mehmet, Öksüz Dede, Köroğlu, Hayalî, Bahşî, Geda Muslu, Çırpanlı, Armudlu ve Hüseynî gibi şahsiyetlerdir. (İSLAM, 1992, ss.99-100)
XVI. yüzyılı dil açısından incelediğimizde edebi dilin Arapça, Farsça kelimelerle ve dil kurallarıyla yoğunlaştığı görülmektedir. Türkçe kelimeler nazma uymadığı için aruz kalıplarına daha iyi ve daha kolay uyan yabancı kelimeler Türk nazmını kuşatmış ve Türkçe kelimeler gittikçe azalmıştır. Kullanılan kelimelerin yarısı bile Türkçe değildir. Bu şekilde aruza uygun bir dil oluşturulmuştur. Bu nedenle Türk dili bütünüyle nazım tekniği, mısralardaki sanat örgüsü açısından çok başarılı bir düzeye ulaşmıştır. Ayrıca şiir dili üslup ve ahenk bakımından da çok yükselmiştir. Dildeki Türkçe sözlerin bazıları kaba ve kalın diye kullanılmamış bunların yerine süslü ve sanatlı olanları tercih edilmiştir. Sanat kullanmak bu dönemde büyük bir maharet sayılmıştır. Ancak bu kadar sanat ve süs Türkçe’nin güzelliğini kaybettirmiş, yapma bir güzellik almış ve süslü yazı üstün duruma geçmiştir.
Bu asrın süslü sanatına karşılık Necâti Bey ve onun yolundan yürüyen bazı şairler şiirlerinde Türkçe atasözlerine yer vermişlerdir. Trabzonlu Derûnî, Âgehî, Aşkî, Yetim gibi şairler mahalli gemici deyimleriyle kaside ve gazeller yazmışlardır.
Ayrıca XV. yüzyılda Aydınlı Visâli tarafından başlatılan Türkî-i Basit Akımı, bu yüzyılda daha da güçlenmiş olarak Tatavlalı Mahremî ve Edirneli Nazmî gibi iki önemli temsilci yetiştirmiştir. Arap ve Fars dillerinin Türkçe üzerindeki etkisi karşısında milli bir akım temsilcisi olarak ortaya çıkan Türkî-i Basit’çiler edebiyat tarihimizde önemli bir yer almışlardır. (SOYSAL, 2002,ss.383-384).
Bu asırda gelişen en önemli özelliklerden biriside son derece yüksek bir seviyeye ulaşan edebiyat ve sanatın artık taklitten kurtularak bir Türk klasiği haline gelmesidir. Yani bu dönemden sonra artık İran ve Arap Edebiyatı’nın yüksek şaşaası geçilmiş ve Türk Edebiyatı kendi klasiğini oluşturmuştur. Yeni yetişen şairlerde artık bu asırdaki zirve şairleri esas almış ve onların yolundan yürümüşlerdir. Ayrıca yine bu dönemden önce dilimize girmiş olan Arapça ve Farsça kelime ve terkipler Türkçe gibi kullanılmaya başlanmış ve zamanla Türkçe’nin gramatikal yapısına uydurulup Türkçeleştirilmiştir. Bunun en büyük faydası Türkçe’nin daha çok zenginleşmesi olmuştur. Zararı ise, estetik yönden daha ilgi çekici Arapça, Farsça karşılığı olan kelimelerin zaman içinde unutulmaları olmuştur.
Bu asrı kısaca özetleyecek olursak Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve askeri alandaki başarısı, zaferleri sadece bu alanla sınırlı kalmamış bir bütün olarak devletin tüm kurumlarında birden bir yükseliş sağlamıştır. Hem dini, hem sosyal, hem siyasi, hem de ekonomik açıdan tarihinin en parlak devrini yaşamıştır. Yalnız bir meyvenin en olgun ve en lezzetli hali olgunlaşmanın bittiği andır. Bu da çürümenin başladığını gösterir. Osmanlı’nın da bu zirve noktası onun düşüşe geçtiği zamanın başlangıcını göstermektedir. Bu nedenle yükselişin hazin inişi Osmanlı’yı bir süre sonra sarmaya başlamıştır.
1) XVI. ASIR ÇAĞATAY SAHASI TÜRK EDEBİYATI
XVI. asırda Çağatay Sahası Türk Edebiyatı olgunluğunun son devresini yaşamıştır. Bu asrın kültür ve edebiyatı Türk dünyasının Mâverâünnehir, Harezm, Altınordu gibi doğu ve kuzey bölgelerinde gelişme göstermiştir. XIV. yüzyılda Kutub, Harezmî, Rabgûzi; XV. Yüzyılda Ali Şîr Nevâî, XVI. yüzyılda Bâbur Şah; XVII. yüzyılda Ebulgazi Bahadır Han gibi büyük sanatçılar yetişmiştir. Çağatay Edebiyatı altın devrini XVI. yüzyılda Ali Şîr Nevâî ile yaşamıştır. Bu asırda kültür, sanat ve edebiyat hayatı Harezm, Mâverâünnehir ve Horosan’da Şeybanlılar, Hindistan’da Bâburlular tarafından himaye ve teşvik edilmiştir. Bu yüzyıl Timurlular için felaket ve yayılma devri oldu. Batu’nun kardeşlerinden Şeyban’a ait prenslerin idaresi altındaki göçebe Özbekler sonra da Horosan’ı ele geçirerek Timurluların buradaki egemenliğine Bâbur’un bütün gayretlerine rağmen Mâverâünnehir ve Harezm Özbek egemenliğinden kurtulamadı. Timurlu sülaleleri ancak Bâbur’un Hindistan’da kurduğu yeni imparatorluk sayesinde varlığını koruyabildi. (SOYSAL,2002, s.380).
Ortaasya’da XVI. asırda Timur Oğullarının iktidarına kesin bir son veren göçebe Özbekler’in hükümdarı Şeybânî Han ve onun prensleri Ortaasya Türk hakimiyetini oldukça uzun müddet ellerinde tutmuşlardır. Şah İsmâil ile Şeybânî Han arasında Şîî-Sünnî kavgaları devam etti ve birçok maddi zararın yanı sıra insanların zihninden silinmeyecek manevi zararlar meydana geldi. Ancak çeşitli siyasi ve ulusal sebeplerden doğan her türlü zorluklara ve ihtilallere rağmen fikir, sanat ve kültür hayatının gelişmesine hizmet ettiler. XVI. asırda Timur Oğullarıyla Özbekler arasındaki bu kavgalar medeniyet merkezlerinin yıkılıp harap olmasına sebep olmuş, fakat bu durum fikir hayatının da yıkılmasına sebep olmamıştır. Çünkü XV. asırda Ali Şîr Nevâî’nin attığı sağlam temeller ve yaşanan muhteşem edebi ve fikir hayatı etkisini XVI. Asırda da sürdürmüş böylelikle edebiyat ve fikir hayatı sosyal ve siyasi hayata göre daha fazla direnç gösterebilmiştir (BANARLI, 1998, C.1, s.517).
Safevî Şîîliği ve Şeybânî Sunnîliğinin karşı karşıya gelmeleri dıştan bakıldığı zaman bir iman ve mezhep çatışması gibi görünse de gerçekte siyasi hakimiyet kavgasından ibaretti. Bu mezhep kavgalarının bu derece şiddetle devam etmesi ise halkın tekrar maneviyata sarılmasına sebep oldu. Halkın bu şekilde maneviyata yönelmesi de bilhassa Yesevî tarzı hikmetlerin sayısını arttırdı.
Ahmed Yesevî tarzında yeniden dini ve tasavvufi şiirler söylendi. Bu da hem hece vezni hem de dörtlüklerle söylenen Yesevî tarzı şiirler milli edebiyata bir canlılık verirken Nevâî tarzı söyleyişin tesiriyle İran edebiyatı geçen asırdaki ihtişamlı hayatına devam yolları buldu. Bundan dolayı Ortaasya Türk Edebiyatı’nda XVI.Asır XV.Asrın bir devamı niteliğini almıştır. Aynı şey kısmen yaşanırken edebiyat hayatı bir önceki asrın şaşaasını devam etmiştir. Gerçi aynı düzeye çıkılamamıştır ama Osmanlı ile benzerlik göstermektedir (BANARLI, 1998, C.1, s.517).
Çağatay Edebiyatı Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’na göre; “Timurların saray çevresinde gelişti. XVI. yüzyılın ilk yarısında yetişen Çağatay şairleri hem Çağatayca’yı hem de Farsça’yı kullanıyorlardı. XV. yüzyılın ikinci yarısında Herat edebi çevreleri sadece Horosan ve Mâverâünnehir’in büyük merkezleriyle yetinmeyerek İran ve Irak, Tebriz ve İstanbul’daki bilim ve sanat çalışmalarını da takip ediyorlardı. XV. yüzyılın ikinci yarısında Timurlu prenslerin saraylarında resmi dil ve kültür dili olarak Farsça kullanılmıştır. Ancak Hüseyin Baykara devrinde Farsça’nın yanında Türkçe’de değer kazandı ve şairlerin büyük bir kısmı Türkçe şiirler yazmaya başladı. Hüseyin Baykara devrinde yetişen şairler arasında Çağatay edebiyatının gelişmesinde büyük ölçüde rol oynayan Ali Şîr Nevâî başta gelir.
Hüseyin Baykara’nın ölümünden yirmi yıl geçmeden, Herat bilim ve sanat merkezi olarak eski parlaklığını kaybetti. Çağatay edebiyatı bundan sonra Şeybanlıların hâkimiyeti altındaki Buhara ve Semerkant gibi büyük kültür merkezlerinde oldukça kuvvetli bir gelişme gösterdi. XVI. yüzyılda Şeybanlı hanlarının koruyuculuğu altında büyük şehirlere yerleşen şairler arasından Çağatayca’yı kullananların Farsça yazanlardan çok daha az olduğu göze çarpar. Çünkü Farsça yalnız bilim ve edebiyat dili olarak değil resmi dil olarak da kullanılmıştır.
Zahîrüddin Muhammed Bâbur’un Hindistan’da büyük bir imparatorluk kalması üzerine Çağatayca’nın rolü Bâburlular arasında bir kat daha arttı. Bu imparatorlukta XVI. yüzyılda resmi dil olarak Farsça’nın yanında Türkçe de kullanıldı. Hindistan’da yetişen şairler arasında özellikle Bâbur anılmaya değer. Çağatay edebiyatının Nevâî’den sonra en büyük temsilcisi olan Bâbur, lirik şiirler yazdığı gibi daha çok Bâburnâme diye anılan Vekâinâmesi ile Çağatay nesrinin en güzel örneğini verdi. Bu devirde Bâbur’un yakından arkadaşı olan amir Hoca Kahan da Penâhî mahlası ile Farsça şiirlere, yer veren Bayram Han ve oğlu Abdurrahim Han’da bu bakımdan anılmaya değer… XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Çağatay edebiyatı alanında hiçbir büyük yazar yetişmedi…” (KARAALİOĞLU, 1980, ss.154-155).
XVI. yüzyılda Çağatay Türkçesi Bâbur ve çocukları zamanında Hint saraylarında yüksek aristokrasi edebiyatı şeklinde devam etmiştir. Siyasi ve medeni bakımdan Türklerin altın devri sayabileceğimiz XVI. yüzyılda Çağatay dil ve edebiyatı yalnız Ortaasya’da egemen olmakla kalmamış Nevâî’nin büyük etkisi sayesinde Osmanlı ve Azeri Edebiyatları alanında da manevi etkisini korumuştur. Fakat buna karşılık Osmanlı ve Azeri Edebiyatlarında Çağatay alanları üzerinde etkilerini kuvvetle sürdürüyorlardı (SOSYAL, 2002, s.383).
Bu asrın en önemli şahsiyetlerinden birisi bizzat kendi devrinin değerli bir âlimi ve şairi olan Muhammed Şeybânî Han’dır. Sanatla ve edebiyatla olan uğraşı ona bir divan tertib ettirmiştir. İlim ve fıkıh sahalarında yazmıştır. Şeybânî Han kendi devletinin hükümdarlığını yapmış hem de kalemini kullanarak döneminin en önemli şahsiyetlerinden biri olmuştur. Yani hem kılıç hem kalem ustası olmayı başarmıştır. Şeybânî Han ile birlikte bu dönemin önemli isimlerinden biri de onun yeğeni Ubeydullah Han’dır. Kul Ubeyd veya Ubeydî mahlaslarıyla Yesevî tarzında şiirler söylemiştir. Bu asrın diğer bir şairi de Şah Melik’in torunu Muhammed Sâlih’tir. Şeybânî Han’ın zaferlerini yazdığı Şeybân-nâme adlı manzum eseriyle tanınır.
A) Bâbür Şah (1483-1530) : Ortaasya Türk Edebiyatı’nın Nevâî’den sonraki en büyük temsilcisidir. 14 Şubat 1483’de Fergana’da doğmuştur. Babası Ömer Şeyh Mirza Timur’un bir kazada ölmesi üzerine hükümdarlık tahtına oturdu (1494). Hayatı savaşlarla ve tehlikeli maceralarla geçti. 1507’de padişahlığını ilan ederek Timurlular sülalesini devam ettiren tek hükümdar olmuş ve büyük bir güç toplamıştır. Hindistan’da bir Türk-Hind İmparatorluğu kurdu (1527). Çok zeki, gayet cesur, iyi bir komutan, iyi bir siyaset adamı, ehliyete kıymet veren, çevresinde değerli kişileri toplamasını bilen aynı zamanda kendine ve talihine sonsuz güveni olan kudretli bir şair ve devlet adamıdır. Hindistan için dört yüz yıllık bir uygarlık yarattı. İmparatorluğu’nu oğlu Humâyun Şah’a bırakıp Ağra’da vefat ettiği zaman henüz kırk yedi yaşındaydı. Bugün torunu Şah Cihan’ın yaptırdığı Kâbil’deki muhteşem bir türbede yatmaktadır (KARAALİOĞLU, 1980, s.167).
Bâbür Şah Türk tarihinde kendi azim ve çabası sonucu bir devlet kurmayı başaran büyük bir şahsiyet olması dolayısıyla çok önemlidir. Bâbür Şah Türk tarihinin en büyük simalarından olduğu gibi Türk Çağatay edebiyatının da Ali Şîr Nevâî’den sonra en büyük şairidir. Müstesna bir kişiliği vardır. İyi saz çalar, beste yapar, hattat ve nakkaştır. Bin türlü idari, siyasi, askeri işler arasında divanlar dolduracak kadar şiirler, anılar kaleme alır, her türlü sporlara, avlara, musiki meclislerine zaman bulur. Fuat Köprülü onun için şöyle der: “Kılıç kullanmakta, ok atmakta, ata binmekte ne kadar mahir ise insan ruhunu tanımakta, fertleri ve kitleleri idare etmekte de o kadar mahirdi.” Çağatay nesir dilini en ileri bir sanat dili haline getiren Bâbür Şah’ın en önemli hareket düsturu şudur: “Eğer babası iyi kanun koymuşsa, onu sakla; eğer bu kanun fena ise yenisini yap.” (KARAALİOĞLU, 1980, s.167).
Bâbür Şah’ın bir Dîvân’ı bir Aruz Risâlesi, Hanefi fıkıhına ait Mübeyyen isimli bir mesnevisi ve tasavvuf ahlakına dair Hoca Ahrâr’ın Farsça eserlerinden manzum olarak Türkçeleştirilmiş bir Risâle-i Vâlidiye’si vardır. Fakat bu hükümdar şairin hemen dünya ilim ve edebiyat âlemince tanınmış en mühim eseri Bâbürnâme’dir (BANARLI, 1998, s.519).
Bâbürnâme: Bâbür’ün çocukluğundan son senelerine kadar bütün hayatını hikaye eden bir otobiyografi ve gezip gördüğü yerleri, tanıştığı insanları, kültürleri, coğrafyaları, hayvanları vs anlattığı bir seyahat ve hatırat kitabıdır. Çağatay lehçesiyle çok sade bir dille ve doğal bir üslupla yazılmıştır. Bâbür Şah bu eserinde sadece büyüklüklerini başarılarını değil aynı zamanda hatalarını, eksik yönlerini ve başarısızlıklarını da anlatmıştır. Anlatımındaki tasvir, tahlil ve açıklamalarında kuvvetli ve derin bir gözlem ve tahlil kabiliyetine sahiptir. Bu eser birçok dile de çevrilerek yayımlanmıştır (The Bâbürnâme in English) (SOSYAL, 2002, ss.387-388).
Bâbürnâme, Bâbür Şah’ın anılarını içeren bir eser olup Çağatay edebiyatının anı türünde yazılmış en önemli eseri olduğu gibi, Türk coğrafyası üzerinde yazılmış ilk anı türü eserdir (MENGİ, 1999, s.139).
2) XVI. ASIR AZERİ SAHASI TÜRK EDEBİYATI
XVI. yüzyılda Safevî Devleti İran’da ve Azerbaycan’da fazla uzun sürmemesine rağmen yükseliş devresini yaşamıştır. Şah İsmâl’in başkanlığında Safevîler İran, Horosan ve Azerbaycan’ı egemenlik altına alarak Ceyhun’dan Basra Körfezi’ne kadar, Afganistan’dan Fırat nehrine kadar yayılırlar. Yavuz Sultan Selim tarafından Çaldıran Meydan Savaşı’nın kazanılması da bu yayılma ve fetihleri sona erdirmiştir (SOYSAL, 2002, s.380).
Azeri Edebiyatı Türk dünyasının Azerbaycan, İran, Doğu Anadolu, Irak bölgelerinde gelişerek XVI. yüzyılda Hatâî ve en büyük şairimiz Fuzûlî gibi sanatçıları yetiştiren edebiyat kollarımızdan biridir. Azeri Edebiyatı da İslam ve Batı uygarlığının etkisinde gelişir. Genceli Nizâmî Fars diliyle yazdığı eserlerle bu edebiyata uluslararası bir nitelik kazandırır (KARAALİOĞLU, 1980, s.177).
Azeri lehçesiyle Türk Edebiyatı XVI. asırda Safevî iktidarının hüküm sürdüğü alanlarda gelişme göstermiştir. Fakat bu edebiyat sadece edebiyat sahasında değil aynı zamanda Türk edebiyatının da en büyük şairini yetiştirmiştir. Azeri lehçesiyle vermiştir. Bu dönem Azeri lehçesinin en ünlü ve en başarılı eserlerinin verildiği dönem olmuştur.
A) Hatâî (1487-1524) : Hatâî, XVI. asırda Safevî hükümdarlarından büyük bir devlet kurmayı başarmış Şah İsmâil’in mahlasıdır. Erdebil şeyhleri ailesine mensuptur. Henüz çocuk denebilecek yaşta tahta çıkmış ve Şîî mezhebini devletin manevi propagandası yapmıştır. Kendisinden daha büyük bir devlet kurması beklenen bu genç, enerjik, azimli ve zeki hükümdarı suni olan Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in askeri dehası karşısında isteklerine ulaşamamıştır. Çaldıran’da canını zor kurtarmış ve bundan sonra da eski gücüne ulaşamamıştır. Nitekim bundan on yıl sonra 24 Mayıs 1924’de Erdebil’de vefat etmiştir.
Hatâî, kuvvetli bir tahsil görerek yetişmiştir. Kendi devrindeki diğer padişahlar gibi o da şairdir. Şiir söyleyecek derecede Farsça biliyor, Türkçe’de hem divan hem de Halk şiiri tarzında tasavvufi şiirler söylüyordu. Şiîliği devlet ve tarikat mezhebi yapan şahlık ve şeyhliği birleştiren Hatâî şiirlerini Azeri Türkçe’siyle halk şairleri geleneğine bağlı kalarak deme ve nefes nazım biçimleriyle yazmıştır. Didaktik bir karakter gösteren bu şiirler Bektâşî-Kızılbaş edebiyatımızın en kudretli örnekleri sayılır. Divan tertip edecek kadar rubâîler, gazeller ve mesneviler yazmıştır. Divanında yer alan bin dört yüz beyitlik “Dehnâme” dikkat çekici eserleri arasındadır (KARAALİOĞLU, 1980, s.206).
Hatâî Azerbaycan’da yetişen Nesîmî, Nizâmî-i Gencevî, Evhâd-i Meragâî, Şirvânî, Kişver-i Tebrîzî, Habîbî gibi şairleri okumuş ve Nesîmî’nin etkisinde kalarak aruzla şiirler yazmıştır (SOYSAL, 2002, s.386).
Günümüze mal olmuş şiirlerinden başka üç eseri vardır. Bunlar; bütün şiirlerini topladığı Divan’ı, Türkçe Mesnevisi, Deh-nâme ve mesnevi tarzında yazılmış nasihat-name’dir.
B) Fuzûlî (?-1556) : Türk Azeri edebiyatının en büyük, en ünlü şairidir. Doğu-İslam kültürünün duygu, düşünce, iman, kültür, tarih ve sanat değerlerini kendisinde toplamış ve bunları eserlerine yansıtmış yüksek kültürlü bir şairdir.
Fuzûlî’nin hayatı hakkındaki bilgiler şöhreti kadar fazla değildir. Bağdat dolaylarında Hille veya Kerbela’da doğduğu sanılmaktadır. Asıl adı Mehmet’tir. Oğuzların Bayat aşiretinden geldiği bilinmektedir. Çok iyi bir eğitim görmüş küçük yaşta Arapça’yı, Farsça’yı devrinin bilimlerini ve biraz da hekimliği öğrenmiştir. Mahlası konusunda da Farsça Divan’ın önsözünde beğendiği bütün mahlasları başkalarının aldığını söyleyip arsız, gereksiz, boş anlamına gelen “Fuzûlî” mahlasını almıştır. Fuzûlî mahlasının bir diğer anlamı da erdemlilik, olgunluk anlamına gelen “Fazl” kelimesinin çoğuludur (MENGİ, 1999, s.140).
Gençliğinin büyük bir kısmını Hille’de geçirmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bağdat’ı fethi (1534) üzerine Bağdat’a gitmiş bir koruyucu edinmek için padişaha ve çevresindeki vezir, kadı gibi devlet süremeyen şair, takdir edilmemekten yakınmıştır. Bağdat’ın fethi sırasında orduda bulunan şair Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ ile tanışmış kurdukları dostluk sonucu birbirlerinin şiirlerine nazireler bile söylemiştir.
Şiiliği tarihsel bir gerçek olan Fuzûlî, bâtinî değildir. Şair, vahdet-i vücûd anlayışına mensup bir sûfî ve on iki imam mezhebini kabul etmiştir. Bütün hayatını Hille, Kerbela ve Bağdat çevresinde geçirmiş Irak çevresinde hüküm süren ve veba hastalığından kurtulamayarak 1556’da vefat etmiştir (SOYSAL, 2002, ss.390-391).
Fuzûlî’nin edebi şahsiyetinin oluşmasında içinde bulunduğu coğrafyanın büyük etkisi olmuştur. Yaşadığı tarihi ve sosyal buhranların yanı sıra Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in şehit edildiği yerlerde yaşaması duyduğu bu acıyı terennüm etmesine sebep olmuştur (BANARLI, 1998,C.1, s.533).
Fuzûlî his kudreti bakımından edebiyatımızın tek şairi kabul edilmektedir. Hislerinin derinliği ve samimiliği özellikle gazellerine üstün bir değer kazandırmıştır. Şiir tekniğini çok iyi bilen Fuzûlî şiirlerinde daha çok muhtevaya önem vermiştir. İlham aldığı çeşitli unsurları kendi şahsiyeti ile bütünleştirerek kendine özgü sanat eserleri meydana getirmiştir. Mesnevi ve gazellerinin başlıca konusu aşktır. Bu tarz şiirlerinde beşeri aşkla tasavvufi aşk ilk bakışta anlaşılmaz. Fuzûlî acı ve ızdırab şairidir. Aşkı da bu yönüyle ele alır. Tasavvuf şairlerinin aksine sevgiliye kavuşmayı, neşe ve mutluluğu istemez. Kavuşmak aşkı öldürür. Bu nedenle şair, ayrılık, dert ve üzüntüyü aramış acı çekmenin insanı olgunlaştırdığı ve yücelttiği fikrini savunmuştur. Fuzûlî’nin dünya görüşü karamsardır. Ona göre dünya geçici ve acılarla doludur. Bu yüzden dünyaya ve aldatıcı zevklere bağlanılmaması gerekir. İnsan kadere rıza göstermelidir. Dünyada mutlu olanlar cahiller ve kötülerdir (İSLAM, 1992, s.103).
Türkçe, Arapça ve Farsça pek çok eseri bulunan Fuzûlî’nin manzum eserleri yanında mensur eserleri de vardır. Bunlar içerisinde tanınmışları, Türkçe Divan ve Leylâ vü Mecnûn Mesnevisi’dir. Fuzûlî’nin üç dilde Divan’ı bulunmaktadır.
Fuzûlî’nin Türkçe eserleri şunlardır: Türkçe Divan, Leylâ vü Mecnûn, Beng ü Bâde, Hadîs-i Erbâin Tercümesi, Sohbetü’l Esmâr ve Hadikatü’s-Süedâ.
Fuzûlî’nin Türkçe dışında Farsça olarak Divan, Sâki-nâme, Hüsn ü Aşk, Enisü’l Kalb, Rind ü Zâhid, Risâle-i Muamma; Arapça olarak da Divan ve Matlaü’l-i’tikad adlı eseri mevcuttur. Ayrıca şairin çeşitli mektupları da kitap halinde yayımlanmıştır. (MENGİ, 1999, ss. 142-149)
3) XVI. ASIR OSMANLI SAHASI TÜRK EDEBİYATI
A) Divan Edebiyatı
Divan şiiri, XV. yüzyılda devletin bütün alanlarda yükselişin bir sonucu olarak sağlam temeller atmış ve XVI. asırda atılan bu temeller sayesinde en üst seviyesine ulaşmıştır. Şiirin iç ahengi, süslenişi, ses güzelliği, nazım tekniği, sanatları, mazmunları, mecazları, mecazları gibi bütün unsurları bakımından genel olarak bütün asırlardan üstündür. Bu asrın şiir yapısı öylesine üzerine itina ile durulur bir dereceye getirilmiş ki divan şairleri şiirlerindeki her kelimeyi söz ipliğine dizilen incirler gibi kabul etmeye ve o kadar önem vermeye başlamışladır.
Bu asrın sanat özellikleri kendini şiirle birlikte saraylardaki süslemelere, resim sanatı eserlerine, minyatürlere, kabartmalara, kitap başlıklarının tezhiplerine, sahife kenarlarına, kitap ciltlerinin şemselerine, camileri süsleyen çinilere, vazolara varıncaya kadar göz alıcı bir güzellik göstermektedir. İşte bu nedenle Nihat Sâmi Banarlı “XVI. asır Divan şiiri, asrın bütün plastik ve süsleme sanatlarındaki ince işleyiş zevkini kendi mısralarına aksettiren şiirdir” der (BANARLI, 1998, C. 1, s. 563).
XVI. yüzyılda Türk edebiyatına edebi eserler kazandırmış değerli çalışmalarıyla kendilerinden daha büyük şairlerin yetişmesinde tesiri olmuş bu büyük şairler ve alimler grubuna katılarak Türk edebiyatına gücü yettiği kadar hizmet etmiş şairlerin sayısı çoktur. Bu asırda ülkedeki umumi gelişmenin doğal sonucu olarak bahsettiğimiz ilim, kültür ve edebiyatta devletin büyümesiyle orantılı olarak büyük bir gelişme göstermiştir.
Şiir ve edebiyatın bu kadar gelişmesinde padişahlarla birlikte devletin ileri gelenlerinin edebiyata ve şiire önem vermeleri, şairleri ve sanatkarları koruyup değerli hediyelerle ödüllendirmeleri olmuştur. Bu şekilde devlet büyüklerinin çevrelerinde bir edebi çevre olmuştur. İstanbul’da saray çevresi, sadrazam, şeyhülislam, kazasker, vezir, nişancı, defterdar gibi devlet büyüklerinin konakları İstanbul dışında şehzade sarayları, paşaların ve beylerin konakları, şairlerin ve sanatkarların toplandıkları, korundukları yerler olmuştur (TDEK, 1992, C.III, s. 132).
XVI. asırda birkaçı dışında Osmanlı padişahları, şiir ve edebiyatla ilgilenmişler ve Sultan II. Murad’dan başlayarak çoğu da şiir söylemiştir. Fatih Sultan Mehmet (Avnî), Sultan II. Bayezid (Adlî), Yavuz Sultan Selim (Selimî), Kanûnî Sultan Süleyman (Muhibbî), Sultan II, Selim (Selimî), Sultan III. Murat (Muradî) mahlaslarını kullanmışlardır. Şehzadelerden Sultan Cem, Sultan Korkut (Harîmî), Sultan Mustafa (Muhlisî), Sultan Mehmet, Sultan Bayezid oldukça tanınmış şairlerdir. Bazılarının müretteb divanları vardır (BTK., C.3, 196).
Yüzyılın başında Ahdî mahlasıyla şiir söyleyen Sultan II. Bayezid divan tertip etmiş şairlerdendir. Sultan Bayezid yakınında olanlara şairlere, sanatkarlara ve fakirlere karşı cömert bir padişah olarak tanınmıştır. Çevresinde pek çok şair barındırmıştır. Kendine sunulan her kasideyi okur, değerlendirir ve bol bahşişle ödüllendirirdi. Devrinde otuzdan çok şaire “salyâne” denilen yıllık maaş verilirdi.
Yavuz Sultan Selim ise şiirlerini Farsça yazmıştır. Bir divan tertipleyecek kadar çok şiiri vardır. Yavuz Sultan Selim çıktığı seferlerde şairlerin çoğunu yanında götürür ve sefer tarihini nazm etmelerini isterdi. Bundan dolayı onun adına birçok Selimnâme yazılmıştır. Selimnâmeler, Yavuz Sultan Selim’in saltanatını konu edinip onun dönemindeki belli başlı onayları anlatan manzum veya mensur eserlerin adıdır. Bu eserler daha sonra ortaya çıkan Süleymannâmeler’le birlikte devletin en güçlü dönemlerini dile getirdikleri için baştan sona zafer ve başarıların anlatımıyla doludur. Bundan dolayı halkın milli şuurunu okşayıp askeri savaşa teşvik etmişlerdir.
Sultan Selim’in kısa saltanatından sonra Osmanlı tahtına çıkan Kanûnî Sultan Süleyman’ın saltanat süresinde Osmanlı İmparatorluğu ilim, kültür ve edebiyatında yüksek noktalara çıktığı devir olmuştur. Şiirle uğraşan Osmanlı sultanları içinde en çok şiir söyleyen Muhibbî olmuştur. Divanındaki 2802 gazel, 23 muhammes ve tahmis, 30 murabba ile edebiyatımızda Edirneli Nizamî’den sonra en çok gazeli olan şair olmuştur.
Uzun saltanatı boyunca Kanûnî Sultan Süleyman yüzlerce şairi koruması altına almıştır. Ayrıca padişahın çevresindeki bu şairler ona Süleymannâmeler yazmışlardır. Bilindiği gibi bunun aslı Selimnâmelere dayanmaktadır.
Sultan II. Selim babası öldüğünde büyük bir imparatorluğun başına geçmiştir. Sakin yaratılışlı, savaşı sevmeyen, şiir sohbetlerine ve eğlenceye daha düşkün olan bir padişahtı. Devletin idaresini Sokullu Mehmet Paşa’ya bırakmış okumakla, ibadetle, avcılıkla ve eğlenceyle vaktini geçirmiştir. Divan tertib edecek kadar şiir yazamamıştır. Ama yine de ödüllendirmeyi ihmal etmemiştir. Şemsî Ahmet Paşa ve Bâkî, onun da takdirini kazanmıştır.
Sultan II.Selim’den sonra tahta geçen III. Murad ise şair ve dine bağlı bir padişahtı. Üç dilde divan tertib edecek kadar çok şiir söylemiştir. Türkçe olarak 1400 gazel yazmıştır. Saltanatı boyunca şair ve sanatkarlarla da fazla ilgilenmemiştir. Devrinin ünlü sanatçıları dedesi ve babası dönemindeki meşhur şairlerdir (TDEK, 1992, C.3, ss.134-135).
Osmanlı sarayında şairlerin korunması bir gelenek halini almıştı. Yalnız padişah değil şehzadeler, sadrazamlar, vezirler ve diğer ileri gelenleri de şairleri koruyorlar içlerinden bir kısmı özellikle divan şiiri için gerekli bilgilere sahip yüksek öğrenim görmüş kişiler şiir yazmakla da uğraşıyorlardı. Yüzyılın sanat ve kültür merkezi İstanbul idi. Ancak Bağdat, Konya, Bursa, Edirne, Vardar Yenicesi gibi birçok önemli kültür ve sanat merkezi daha vardı (CENGİZ, 1972, s.276).
XVI. yüzyılda ilmin, sanatın, şiirin ve edebiyatın gelişmesini hazırlayan böyle uygun bir zeminde büyük ilim adamları, tarihçiler, şairler ve nesir ustaları yetişmiştir. Osmanlı Devleti’nin büyüklüğüne layık bir Osmanlı-Türk kültür ve edebiyatı meydana getirilmiştir.
XVI. yüzyılda yetişen ilim adamlarının başında Ali Cemal Efendi bulunmaktadır. Devrinde tefsir, hadis ve fıkıhta derin bilgisiyle tanınmıştır. Yine de bu devirde bütün İslam aleminde tanınmış Kemalpaşa-zâde Şemseddin Ahmet de önemli bir ilim adamıdır. Bunlarla birlikte biyografi ve bibliyografi alanında üstad olan Taşköprülü-zâde İsameddin Ahmet ve Gelibolulu Mustafa Sürûri dönemin tanınmış bilginlerindendir (TDEK, 1992, C.3, ss.135-137).
Tarih alanında da bu asırda bir hayli gelişmeler olmuştur. Özel tarihler, manzum Süleymannâme, Selimnâme ve gazavatnâmeler yazılmıştır. Bu yüzyılda Kemalpaşa-zade Şemseddin 228 yıllık (1299-1527) Osmanlı tarihini Tevârih-i Âlî Osman adlı eserinde toplamıştır. Lütfi Paşa da Lütfi Paşa Tarihi diye bilinen bir eser yazmıştır. Bu asrın bir başka önemli tarihçisi Selanikîi Mustafa Efendi’dir. Bu devrin en büyük tarihçisi ise kuşkusuz Gelibolulu Mustafa Ali’dir. En önemli eseri Künhü’l-Ahbar’dır (BTK, 1986, C.3, ss.199-200).
XVI. yüzyıl biyografi alanında da çok değerli eserlerin yazıldığı bir devirdir. Bu asrın şuarâ tezkirecileri Sehi Bey, Latâfî, Aşık Çelebi, Ahdî ve Beyânî’dir. Şairlerin hayatlarından söz edip eserlerinden örnekler veren şuarâ tezkireleri geleneği Anadolu Türk Edebiyatı’nda ilk kez bu yüzyılda görülür. Bu tezkerelerde şairlerin doğum yeri, adı, lakabı, öğrenim durumu, meslek veya makamı, başlıca hocaları, hayatlarındaki en önemli değişiklikler, ölüm tarihleri, bazen, şiirle ilgili hikaye, edebi durumuyla ilgili değerlendirmeler, eserleri ve bunlardan örnekler yer alır.
Edebiyatımızın şuarâ tezkireleri gibi önemli eserlerinden olan nazire mecmuaları, şairlerin birbirine söyledikleri şiirleri toplayan kitaplardır. Bu yüzyılın ile mecmuası Eğridirli Hoca Kemal tarafından 1512 yılında düzenlenen Câmi’ün-Nezâir adlı büyük kitaptır.
XVI. yüzyılın kaside, gazel ve mesnevi de parlak bir devirdir. Türk şiiri bu duruma gelinceye kadar üç asırlık bir deneme, uygulama ve gelişme süresinden geçmiştir (TDEK, 1992, C.3, ss.139-142).
XVI. yüzyılda Osmanlı Türkçesi de klasik biçimini almış Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinden sıyrılarak birçok Türkçe kelime yerine Arapça ve Farsça’dan deyimler, kelimeler ve uzun tamlamalar yerine göre kullanılmaya başlanmış Türkçe yeni bir şekle bürünmüştü. Bu asrın dili öncekilerden oldukça farklı daha süslü ve ağdalı bir dildir. Dili aruza uydurabilmek için birçok Arapça ve Farsça kelime alınmış ve Osmanlıca adı verilen zor anlaşılır bir dil oluşturulmuştu. Divan şiiri kelimelerdeki bu değişmenin yanı sıra giderek simgeci, kavramsal bir şiir özelliği kazandı. Bu dönemde ağırlaşan dili yabancı kelimelerden kurtararak sadeleştirmek için bazı teşebbüslerde de bulunulmuştur. Güvâhi, Tatavnalı Mahremî, Edirneli Nazmî, Terzi-zâde Ulvî gibi şairler bunlardan bazılarıdır.
XVI. yüzyılda kaside, gazel ve mesnevi dalında büyük şairler yetişmiştir. Asrın başında zati ve ortalarında Hayâlî Bey daha sonra da Bâkî bu türde eserler vermişlerdir.
Yine bu asırda mesnevi türünde de pek çok eser yazılmıştır. Bazı gazel ve kaside şairleri aynı zamanda mesnevi de yazmışlardır. Bu devirde daha çok didaktik ve ahlaki konu yerine tasavvufi ve tarihi konular işlenmiştir. Anadolu’da ilk Hamse’yi Bihişt Sinan Çelebi yazmayı başarmıştır.
Bu döneme ilişkin önemli bir bölümde şehrengizlerdir. Bilindiği gibi şehrengiz Türk edebiyatına has türlerden biri olup ilk kez bu yüzyılda edebiyatımızda görülür. Bir şehrin güzelliklerinden bahseden bu tür, ilk örneklerini bu yüzyılda vermiştir. XVIII. yüzyıldan sonra gündemden çekilmiştir. Ali (Gelibolu), Azîzî (İstanbul), Âşık Çelebi (Bursa), Beyânî (Sinop) bazı şehrengiz yazarlarımızdır.
Sonuç olarak baktığımızda XVI. yüzyıl hem nazım hem de nesir alanında ortaya koyduğu yüzlerce edebi ürünle kültürel alanda da zirvenin yaşandığı bir dönemdir. Sanat yönünden de Türk müellifler İran edebiyatı ve İranlı ustaların gölgesi olmaktan kendilerini kurtarmışlar ve Osmanlı Devleti’ne üstün bir devir özelliği katmışlardır (TDEK, 1992, C.3, ss.142-152).
B) Halk Edebiyatı
XVI. asır Divan Edebiyatı’nın zirveye çıktığı bir dönem olduğu gibi Türk Halk Edebiyatı’nın da önemli şahsiyetlerinin ve eserlerinin tanınmaya başlandığı dönemdir. Halk edebiyatının temelinin atıldığı bir dönemdir. Aydın kesime değil halka halkın ruhundan doğan, halkın ruhunda yaşayan değerlere hitab eden bir edebiyattır. Halk edebiyatı ürünleri başlangıçtan beri olmasına karşın Osmanlı’da sanatın ince zevklerine değer verilmesi nedeniyle varlığı ancak XVI. asırdan sonra ortaya çıkabilmiştir.
Halk şairleri sazlarıyla köy köy dolaşarak şiirler söyler, halkın çektiği acıları ve ızdırapları dile getirir, gördükleri yanlışlıkları ve haksızlıkları ince bir zekâyla şiire dökerlerdi. Her gittikleri yerde bir güzele âşık olup onun için samimi aşk şiirleri yazarlardı. Ayrıca halkın kahramanlık duygularına hitab eden şiirlerde söyleyip insanları coştururdular. Türk yurdunun güzelliklerini anlatan sade ve güzel türküler, destanlar, koşmalar yazıp Türk âleminden büyük bir sevgi ve itibar görürdüler.
Milli kahramanlık destanları, hikayeleri anlatan yahut çok ince ve zeki buluşlar ve görüşlerle günün içtimai hayatının bozuk taraflarını, gülünç sahnelerini karikatürize eden halk hikayecileri bu asırda daha çok şöhret kazandılar. Hikayecilerin yaptığı işi gölge oyunu (Karagöz Tiyatrosu) halinde canlandıran halk tiyatrocuları yine bu asırda Osmanlı ülkesinin her tarafında Türk halkının tiyatro ihtiyacını tatmine çalıştılar. Bu yüzyıla ait bol tarihi kaynak olması halk şairleri, hikayecileri ve tiyatrocularıyla ilgili kolay bilgi edinmemizi sağlamıştır. Fakat bu asrın yüksek zümre şairleri halk şairlerine hiç değer vermemişler ve onları tezkirelerinde anlatmamışlardır. Ancak halk şairleri bu dönemdeki varlıklarını eserlerini günümüze ulaştırarak göstermeyi başarmışlardır (GÖNENSAY, 1943, s.181).
Halk hikâyeciliğinin ve halk şiirinin oluştuğu alanlar arasında kışlalar, hudut kaleleri, tekkeler, bozahaneler, kahveler, panayırlar, mesireler, meyve bahçeleri, üzüm bağları, mısır, tarlaları, düğün yerleri gibi halkın toplanıp eğlenebileceği pek çok yer vardır. Buralarda Türk Halk Edebiyatı’nın kuvvetli eserleri meydana geliyordu. Devrin umûmi kültür hayatı halk üzerinde de tesir uyandırmakta gecikmiyordu. Halk kültürü gittikçe zenginleşen verimli bir şekle dönüşüyordu (BANARLIK, 1998, C.1, s.624).
Türk Halk Edebiyatı halk kültürüne dayalı atalardan torunlarına aktarılan duygularla düşüncelerden örtülü söz hazinelerimizdir. Behçet Kemal Çağlar halk edebiyatı için; “Halk edebiyatı, divan edebiyatı, Tanzimat edebiyatı gibi hatta ondan çok Türk edebiyatının esaslı bir zümresi,, baş zümresidir. Bizdeki bütün edebiyat mahsulleri bugünkü cihan sanat telakkilerinin mihengine vurulunca asıl öz ve edebiyat sayılabilecek olanın halk edebiyatı olduğu görülür” demiştir (KARAALİOĞLU, 1998, s.224).
Halk edebiyatında XVI. asırda ve diğer asırlarda kullanılan türleri şu şekilde sıralayabiliriz. Hece ölçüsüne dayalı olan ninni, mani, koşma, varsağı, semâi, destan, türkü, güzelleme, koçaklama, taşlama, ağıt, muamma, nasihat, hikaye ve destan aruz ölçüsüne dayalı olan dîvân, selis, semâi, kalenderi, satranç, vezn-i âher ile nesir türünde de masal, atasözü, bilmece, fıkra, halk hikayeleri, halk tiyatrosu gibi türleri sayabiliriz (GÜZEL, 1999, s.10-11).
C) Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı XVI. yüzyılda Yunus Emre’den beri onun yolunda bir şair yetiştirmemekle beraber (Akşemseddin misalinde olduğu gibi) aynı yolda eserler vermeye devam ediyordu. Tekkelerde ve tekke mensupları arasında bestelenerek okunmak için yine ilahiler söyleniyordu. Mutasavvıf halk şairleri bu ilahileri yine Yunus Emre tarzında ve onun yolunda söylüyorlardı. Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı şairleri içinde medreseden yetişenler ve divan tarzı şiirler söyleyenlere de eksik değildi. Bunlar şiirlerini umumiyetle aruz vezniyle ve gazel tarzıyla yazıyorlardı.
Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın bu çeşit şiirlerinde Mevlâna ve Yunus tesiri mevcuttu. Fakat Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı’nın en bol ve güzel şiirleri yine bu dervişler arasında Yunus tarzının bir devamı halinde idi. Halk söyleyişinin ve hece ile ilahi tarzının bu kuvvetli terennümleri ardı arkası kesilmeyen bir takım ses ve heyecan dalgaları halinde memleketin her tarafına yayılıyordu. Bu asrın tasavvuf şairleri arasında Gülşenî