Uygur Türkleri ve Kültürleri Nasıldır?
Bu yazı Hasan ERYILMAZ tarafından 01.03.2021 tarih ve 10:24 saatinde Tarih kategorisine yazıldı. Uygur Türkleri ve Kültürleri Nasıldır?
makale içerik
Memleketimizin geniş etrafında yazık ki Uygur kültürünün büyüklüğü hakkındaki hiçbir düşünce yoktur. Uygur kültürünün son çağlarını yaşıyanlar bizim aşağı yukarı yirmi beşinci babalarımızdır. İslâmlığın parlak çağında merkez Bağdat olduğu biçimde tanınmış bilginlerin bir çok Arabistan’dan değil, Uygur kültürünün oldukca bereketli çevresi olan Türkistan’dan yetişmiştir. Bu aziz atalarımızdan İslâm bilginlerinin yüz suyu olan bir tek İbni Sina, Farabî ve Muhammed Buharî’yi anmak kâfidir.
İşte bu şümullü tezahürün tarihî nedenleri üstünde durulunca önümüze o gösterişli Uygur kültürü çıkar. Kullanma eşyasını süs eşyası kadar bezeyen Türk’ün haiz olduğu bediî zevkin tarihî etkeleri incelenince önümüze o büyülü Uygur kültürü çıkar. Devlet idaresinde yüksek bir kudret yayınlayan Türk’ün haiz olduğu diplomatik ferasetin tarihî basamakları araştırılınca ön basamaklar içinde Uygur kültürü tekrar mühim bir yer tutar.
Coğrafya.
Şarkî Türkistan’daki büyük ziraat havzası Uygur kültürüne sahne olmuştur. En eski çağlardanberi bu ülkenin kuzey ve güney kenarları süresince Çin ile garp içinde bağlantı kuran münakale yollan vardı. Meselâ daha Roma kayserliği çağında Roma devleti ülkesine Çin ipeği bu yollardan nakledilirdi. Bu yüzden buralara ipek yollan da denirdi. Vaktiyle arazisinin daha münbit, memleketin daha mamur oluşu, bundan başka Çin, Hint ve İran şeklinde üç önemli kültür ülkesinin, dolayısiyle dünyanın önemli bölgelerinin muvasala ve ticaretine sahne bulunuşu ziraat havzasını oldukca cazip yapmıştı. Onun için bu sahada bazen Hunlar, Tohar’lar, Heptalitler, Cuvan cuvan’lar Tibetliler ve Uygur’lar görünmüştür. Aynı çekicilik Arap’ların fütuhat çağında da kendini açıkça gösterir. Fakat gerek nüfusu gerekse siyasi ve kültürel üstünlük bakımından Türk’ler her zaman başat olduklarından bu eski güzel ülkeye ötedenberi “Türkistan,, ismi verilmiştir.
Kronoloji.
İsa’dan ilkin II. yüzyılda Türk’lerde umumî bir göçüm hareketi başlamıştı. Hun Türk’leri Huang-ho’nun kaynakları yörelerinden garbe doğru harekete geçmiş, müthiş muharebelerden sonrasında Yüeçi’leri buralardan sürmüşlerdi. Han’ların İsa’dan ilkin 170 yıllarında şarkî Türkistan’a başat olduklarını görüyoruz. Aynı yüzyılın sonlarına doğru hâkimiyeti ele alan Çin’liler sonraları zayıflıyorlar. İsa’dan sonrasında III. yüzyılın sonlarında ziraat havzasında yeniden Hunlar başat oluyorlar. Hun Türk’leri Avrupa’ya akın ettikten sonrasında 552 den itibaren (Tukyo – Orhon Türk’leri hâkimiyete geçiyorlar. Daha bu çağlarda Uygur’ları Kurla-Turfan ve Komul ırmakları yörelerinde görüyoruz. Bu Uygur’lar VII. yüzyılın sonlarına doğru kuvvetlenmeğe başlamış ve hâkimiyeti ellerine alarak Hoço yada daha güzel adiyle “İdi-Kut„ şehrini, siyasal hem de dinî merkez yapmışlardı. 745 de Tukyo Türk’lerinin kudretini kıran Uygur’lar bu andan itibaren tüm Orta Asya’nın hâkimi olmuşlardı. Yüzyılın ortalarında ise Kırgız’ların atağı Uygur’ların şevketini kırmıştı.
Kazıların tarihçesi.
Yüzyılımızın başlarına kadar şarkî Türkistan ile alakalı bildiklerimizin başlıcasını İsa’dan sonrasında 629 da Hindistan’a tavafa giden Çin’li budist Hüan-Tsang’ın yapmış olduğu oldukca dikkate şayan gezi tasvirleri teşkil ederdi. Sonraları tesadüfen ele geçen el yazmaları dolayısiyle bu ülkeye dikkat ceibedilmiş, 1898 de Finlandiyalı Baron Munk ile Dr. Donner’in bu yöreye icra ettikleri gezi ile Rus bilgini Klementz’in Turfan harabelerinde yapmış olduğu araştırmalar yüzünden alâka artmış, aslına bakarsak Macaristanda dünyaya gelecek olan Dr. Aurel Stein’in Hind İngiliz hükümetinin yardımiyle 1900-1901 yıllarında Hotan yörelerinde yapmış olduğu kazılarda fevkalâde dikkate şayan türlü buluntular ele geçmişti. Şarkî Türkistanın geçmişin paha biçilmez hazinelerini taşımış olduğu gereği şeklinde anlaşılınca Almanlar, Fransızlar hattâ Japonlarla Çinlilerde ilmî sefer heyetleri göndermişlerdi. 1902 de sanat tarihçisi Profesör Grünvvedel’in idaresindeki Alman ilmî heyeti Turfan havalisinde “İdi-Kut„da kazılar yaptı. Şehrin surları, mabetleri ve sairesi ortaya çıkarıldı. Ele geçen birçok el yazmaları dolayısiyle Von Le Coq’un idaresinde ikinci ve üçüncü Alman ilmî heyetleri gittiler. Kazılar dolayısiyle araştırmalar ilerleyince burada şarkın bir değil, bir kaç Pompei harabeleri bulunmuş olduğu anlaşıldı: Kocaman surlar, mabetler, manastırlar, saraylar kütüphaneler ortaya çıktı.
1906 da yeniden şarkî Türkistana dönüp önce Turfan’dan Kansu’ya kadar olan cenubî bölümü, sonrasında oldukca külfetli bir seyahatle şimalî bölümü araştıran Dr. Stein, Çarklık’ın cenubunda, eski bir kale olan, Miran’da süprüntüler arasında silâh, giysi ve saireden başka 1000 kadar ağaç yada kâğıt üstüne yazılmış yazılar elde etti. Fransız bilgini Çince uzmanı Pelliot da 1906-1907 de Türkistana yapmış olduğu bir seyahatte Dr. Stein’in bırakmış olduğu kütüphanenin önemli kısmını Parise götürdü.
Buluntuların mahiyeti.
Tanınmış âlim Wilhelm Thomsen Türkistanın mazisi yazısında bu kazılar ve araştırmalar hususunda şu şekildeki söylemektedir: “Bulunan çok önemli bina bakiyelerinin ekserisi her biçimde Budizmin hatıralarını taşıyordu. Fakat Maniheizm ile hıristiyanlıktan da oldukca dikkate şayan izler kalmıştır. Bu binalarla aynı maksada yaramak suretiyle işlenmiş bulunan mağaralar fırdolayı fotoğraf, minyatür, heykel ve el makaleleri şeklinde güzel sanat eserlerinin fevkalâde dikkate kıymet emareleriyle süslenmiş bulunuyordu.
“Güzel sanatların merkezini Kandahar teşkil ediyordu. Kandahar mektebi Hint yoliyle Elen sanatından, garp yoliyle İran’dan çok müteessir olmakla birlikte Türkistan’da bir düziye orjinal hususiyetler, üsluplar mezcedilerek gelişmiş ve güzel sanatlar artık kendine özgü damga taşıyan bir biçim almıştır. Hattâ Türkistan’da şekillenen mahallî sanat tüm şarkî Asya’nın dinî sanatının inkişafına araç olmuştur.”
“Fakat kültür mahsulleri içinde ele geçen el yazılariyle – Tahtaları kazımak üzere meydana getirilen – blok basmalar daha oldukca mühim olsa gerek. Ahşap levhalara, hurma yapraklarına, deri, ipek ve kâğıda geçirilmiş bulunan yazılar türlü harfler ve türlü dillerde yazılmış bulunuyorlar. Arasında başlıca sanskrit, pehlevî, Part, Sogd, Mogol, Çin, Tibet ve esası teşkil eden Türk ve nihayet Yunan dillerinin bulunmuş olduğu türlü diller ve yazılar görülmektedir. Mevzuun ekseriyeti dinî olmakla birlikte edebî, iktisadî, tıbbî ve idarî metinler, vakfiye, vasiyetname, ayrıcalık verilmesi şeklinde vesikalarla hususî mektuplar da bulunmaktadır.”
Parlak devir.
Uygur kültürünün parlak dönemi gerek doğu gerekse garp âlemleri tarihinin oldukca önemli çağlarını teşkil eden yuvarlak sayıyle 750-850 yıllarına rastlantı eder. Yani Avrupa’da Şarlman ya da büyük Karlın kiyasetiyle bir nevi rönesans devrinin başladığı, ön Asya’da Harun Reşit çağlarında devlet idaresini ellerinde tutan Bermekilerin himmetiyle Bağdat’ta ilim ve sanatın görmüş olduğu rağbet dolayısiyle toplanan islâm ulularının bir yükselme dönemi açtıkları devirde, Uygurlar islâm ilim ve sanatının âtiyen daha oldukca inkişafına âmil olacak olan kültür muhitini büyük bir hızla zenginleştiriyorlardı. İşte bunun içindir ki kazılar dolayısiyle varlığını anladığımız Uygur güzel sanatları önce haricî tecavüzle tamamiyle mahvolduğu, sonrasında da islâmiyetin meni dolayısiyle büsbütün inkıtaa uğramış olduğu biçimde, bir tek minyatür sanatının tutunduğu muahhar çağlarda islâm dünyasının en tanınmış simaları bu havalide yetişmiştir.
Parlak kültürün ön şartları.
Orta Asya zaten dünyanın en eski medeniyetine beşiklik etmişti. Uygurların parlak devrinden sonrasında da olduğu şeklinde, zaman zaman vukua gelen iklim değişimleri dolayısiyle birtakım mamurelerin harabezare dönmesine karşın tekrar kültür hareketi hiçbir zaman tamamiyle inkıtaa uğramamış, bilâkis bazen önemli ilim ve sanat cereyanlariyle düşünce hareketlerine geniş mikyasta sahne olmuştur.
Devrinin dünyasının en mühim kültür merkezlerinin kavşut noktasında bulunması dolayısiyle şarkî Türkistan bir tek iktisadî bakımdan mühim bir emtia mübadele sahası olmakla kalmamış hem de sürekli bir surette kültür mübadelesine de sahne olmuştur. Şarkî Türkistanın coğrafi vaziyeti, dolayısiyle kültürel görevi birazcık Anadoluyu okşar. Üç tarafı denizle çevrilen Anadolu tarihin en eski çağlarından beri doğu ile garbin muvasala yolları üstünde bulunması yüzünden bir tek ticarî emtea mübadelesine saha olmakla kalmamış, hem de kültür mübadelesine de sahne olmuştur. Uzaklardan misâl aramaya hacet yoktur. İnkılâbımızın şarkî Türkistanın hudutlarına kadar olmak suretiyle tüm yakın şarkta türlü kültür tesirlerini anımsamak kâfidir. Mısır ve İranda özellikle millî dilin inkişafı için birer akademi kurulmuştur. Mısırda Lâtin harflerinin kabulü cereyanı gittikçe kuvvetleniyor. Efganistanda Lâtin harfleri, hem de şimdiye kadar devlet ve mektep dili olan Farsca yerine Puştu ya da Puhtu denilen Efganca uygulama edilmiştir.
Gerek umumî, gerekse coğrafî şartlardan oldukca iyi istifade etmesini bilen Uygur Türklerinin teşkilât ve yönetim kabiliyetlerinin temin etmiş olduğu rahatlık ve güvenlik yardımıyla açınma eden tutumsal yaşam dolayısiyle husule gelen huzur geniş ve yüksek kültüre kaynak olmuştu. Beyler siyasî, idarî vazifeleri yanında toprağı işleterek, tacirler de giriştikleri cihanşümul teşebbüsleri başararak halkın yaşayış seviyesini yükseltiyorlar. Bilginler edebî, hukukî, dinî sahalardaki feyizli çalışmalariyle fikrî ihtiyacı temine uğraşıyorlar; sanatkârlar canlı heykelleri, zengin, görkemli tabloları zarif minyatürleriyle bedii iştiyakı karşılamaya savaşıyorlardı. Avrupada, bir tek başkalarına izafe etmek istedikleri, barbarlığın tam mânasiyle yargı sürdüğü çağlarda, aziz atalarımızın, karşısında her vicdanın derin bir huşû ile ürpereceği mübarek savaşlarının mahsulü olan bu güzel eserler millî mefahirimizin en yüksek âbidelerini teşkil ederler. Atalarının dünyaya heybet veren siyasal ve askerî icraatiyle olduğu şeklinde bu içsel bedii eserlerle de her Türk evladı ne kadar öğünse yeridir.
Uygur kültürü En eski çağlarda Türk devlet teşkilâtının Çinlilere direkt doğruya ve geniş mikyasta etkili bulunduğunu bu gün çok sarahatle biliyoruz. Hinde, İrana ve daha uzaklara direkt doğruya yada dolayısiyle yapmış olduğu tesirler hemen hemen gereği şeklinde işlenmemiştir. Yalnız islâm âleminde Orta Asya Türklerinin devlet adamı, âlim, müttefekir olarak oynadıkları görevi bizde özellikle sayın Profesör Şemsettin Günaltay türlü makaleleri ve konferanslariyle belirtmişlerdir.
Memleket idaresi.
Etilerle, Selçuklarda ve Osmanlıların ilk yüzyılında olduğu şeklinde yönetim memleketin beyleri tarafınca çevirilirdi. Hattâ değil memleketin bir tek mülkî idaresi, hükümdarın talii bile Beylelerden teşekkül eden ayan meclisi tarafınca tâyin edilirdi. Mogolların öteki kültür mevrusatı meyanında yönetim tekniğini uygur Türklerinden öğrendiği bir gerçektir. Uygurlarda hudud teşkilâtı oldukça mazbuttu. Muntazam karakollarla hudut sürekli test dibine bulundurulurdu. Huduttan geçiş pasaportla olurdu. Aurel Stein’in bulmuş olduğu vesaik içinde geçişlik kayıtlarını yayınlayan kütük defterleri ele geçmiştir.
İktisat.
Uygur Türklerinin şarkî Türkistanda tutumsal sahadaki başarıları dikkate şayandır. Çiftçilikte geniş seviyede sulama tesisatı dolayısile ekincilik ve bağcılık fazlaca açınma etmişti. Kazılarda zahire ve şarap alış verişine, kredi muamelesine ilişkin birçok vesikalar ele geçmiştir. Maden özellikle altın, gümüş istihsal edilir ve işlenirdi. Kâğıtçılık, dokumacılık, halıcılık oldukca açınma etmişti.
Yazı.
Şarkî Türkistan yörelerinde meydana getirilen kazılarda 17 çeşitli dilde olmak suretiyle 24 çeşitli makalenin ele geçtiğini Von Le Coq “Şarkî Türkistan’da Elenizm İzleri,, eserinde zikreder. Bunların önemli olanlarına yukarıda işaret ettim. Yazıların esasını teşkil edip bizim için en mühim olanı Uygur yazısıdır. Asıl menşeinin Fenike harf yazısı bulunmasına, Suriye-İran tavassutiyle gelmiş olmasına karşın, Uygurlar da geçirdiği açınma dolayısiyle dünyanın en güzel yazısı denebilecek olan, Uygur yazısı Mogollarla Mançular tarafınca aktarma edilmiştir. Şurasını da arzedeyim ki özellikle Orhon âbideleri dolayısiyle tanınmış olan, Run yazısı da denilen makale Uygur’larda hem de uzun müddet daha kullanılmıştır.
Matbaacılık.
Uygurlar önce tahtayı oyarak sonraları bugünkü tarzda devingen tipler yaparak kitap basarlardı. Bunun evveliyatının Çin’de mevcut olduğu söylenirse de, öteki kültür sahalarında olduğu şeklinde, tabı işi de Uygurların maharetli ellerinde tekemmül etmiş ve Moğollar vasıtasiyle Mısır’a hattâ Avrupa’ya gelmiş olduğu çok kuvvetle tahmin edilir.
Edebiyat.
Uygurların gerek eski çağlara ilişkin olup kazılar dolayısiyle ortaya çıkan, gerekse muahhar çağlardan ele geçen muharreratı fevkalâde önemlidir. Yukarıda Thomsen’den naklen kazılarda türlü konulara ilişkin muharreratın ele geçtiğini anmıştım. Bunlardan tutumsal olanlarını maruf Türkolog Radloff “Uygur Dil Âbideleri,, eseriyle, tıbbî kısmını Profesör Reşit Rahmeti Arat “Uygur Tababeti, broşüriyle, edebî ve dinî olanların bir kısmını Fransız bilgini Pelliot, Alman bilginleri müteveffa Bang, F. W. K. Müller vesaire işlemişlerdir. Bu meyanda Oğuz destanı da en son Profesör Arat tarafınca neşredilmiştir. Fakat daha bilginlerin himmetini bekliyen pek oldukca vesaik Avrupa arşivlerinde durmaktadır. Uygurların nisbeten muahhar çağa ilişkin olup bazılarının Karluk yada Karahanlılar çevresine izafe etmiş olduğu ele geçen edebî eserlerinden “Kudatku – Biliğ” ile ayni çevrenin mahsulü olan Kaşgarlı Mahmud’un maruf “Divan-ü Lûgat-it Türk” eseri fevkalâde önemlidir. Her ikisi de 1170 yıllarında yazılmıştır. Bunlardan Divani Lûgat adının da anlatım etmiş olduğu üzre büyücek bir lûgattir. Gramer hususiyetlerinden başka Atalar laflarıyla halk türkülerini de ihtiva etmektedir. Türk Dili için baha biçilmez bir hazinedir.. Bizde hatalı bir baskısı vardır. Yeni olmak suretiyle Türk Dil Kurumunda sayın Besim Atalay metin tenkidi kanalıyla işlemiş ve 3 cilt olarak basılmıştır.
Kudatku-Biliğ talimî maksatla yazılmıştır. Devlet adamlarının ne şeklinde vasıfları olması lâzımgeldiğini uzun uzadıya anlatır. Eser manzumdur. Tarım sahası Türklerinin teşkilâtı ve içtimaî halleri hakkındaki oldukca iyi düşünce verir. Mevzuunun fazla yeknesak ve bir hadde kadar kuru oluşu eserin kıymetine halel getirmez. Yazıldığı çağda dünya kültürünün gösterdiği zaruret gözönünde tutulacak olursa müellifi olan Yusuf Has Hacibe mümtaz bir yer vermek, hatta kendisini dikkate şayan bir mütefekkir saymak icabeder. Ahlâk bakımından evlâda cesaret, namus ve sadakat telkin eden müellif bir yandan ilmi, fıtrî kabiliyetlere, dünyevî hazinelerin hepsine, hatta hükümdarlığa üstün tutuyor; öteki yandan akılsız, idrâksiz ilme değer vermiyor ve sadece ikisi birleştiği taktirde değer alır diyor. Bir basamak daha ileriye giderek ilimle idrâki sadece edinim ile birleştiren birinin harika bir insan olacağını söylüyor. Müteveffa müsteşrik Vamberi’nin bu husustaki bir sözünü tekrarlayacağım:
“Uygurlar da ilme bu kadar yüksek yer verilişine hiçte şaşkınlık etmemelidir. Çünkü Uygurlarda millî edebiyatın şekillendiği çağlarda Avrupada barbarlık yargı sürüyordu.”
Türkçenin mühim bir lehçesi olan Uygur dili bizim lehçemize oldukca yakındır. Ele geçen tasvirler Uygurlarda musikinin de rol oynadığını göstermektedir.
Din.
Uygurlarda derhal her mühim kültür tabakası için bir din kabul etmek icabeder. Eski doğal ya da şaman akidesinden sonrasında sıra ile Buda, Hıristiyan, Mani ve islâm dini Uygurlara girmiştir. Yalnız bunlardan hıristiyanlığın pek mahdut, engel dininin kibar tabakaya münhasır bulunmasına karşılık Buda ile İslâm dini başat ve umumî din olarak kabule mazhar olmuştur. Uygurların öteki Türk zümrelerine nisbetle karşılaştırma edilmiyecek surette yüksek bir kültüre haiz oluşlarına şimdiye kadar anlattığımız tarihî, coğrafî, idarî, iktisadî etkeler yanında özellikle Buda ve Mani dinleri etkili olmuştur. Şarkî Türkistan’a hariçten olagelen en eski etkisi İsa’dan sonrasında ilk yüzyıllarda Hindistan’dan gelen Budizm teşkil eder. Yeni yüksek idarelere karşı büyük bir çekicilik duyan Türkler islâmiyetin yayılışında olduğu şeklinde, budizmin intişarı çağında da yeni dinin alemdarı olmuşlar ve büyük bir tehâlükle Buda mâbetleri, makamları kurmuşlardır. Hattâ Buda dininin Türkistan’da mazhar olduğu yüksek saygınlık dolayısiyle Çin’e de yayılmasına Uygur Türk’leri direkt doğruya araç olmuşlardır.
Tasvirî sanat.
Buda dininin şarkî Türkistan’da görmüş olduğu rağbet hem de dinin icablarından sayılan tasvirî sanatın da yükselmesine âmil olmuştu. Bu yüzden Uygur Türk’leri dînî-tasvirî sanatın da Uzak Şark’a intikaline tabiatiyle araç olmuşlardır. Uygur’larda Budizm dolayısiyle tasvirî sanatın rağbet görüşüne ilişkin şu şekildeki bir menkıbe anlatılır: Şimalî Hindistan’da Matura şehrinin hem de hakimi olan vaiz Upagupta belâgatiyle halkı teshir ediyor. Buda’nın muhalifi olup insanların temayüllerine tesahup eden ve mahiyeti itibariyle şeytandan başka bir şey olmıyan Mara mani olmak için inci, altın yağdırır, semavî rakkaseler gönderir, mızıkalar çaldırır ve muvaffak olur. Upagupta’nın sabrı tükenir, üç cesetten yapmış olduğu bir çelengi Mara’nın başına, ensesine bağlar. Mara çırpınır, Tanrılara, yarı tanrılara yalvarır. Nihayet büyük allah Brahma, “Upagupta’ya yalvar, tekrar rahatsız etme etmiyeceğine laf ver,, der, Mara affedilir; Mara’nın ısrarı üstüne Upagupta bir arzuda bulunur ve derki: “Ben Buda Nirvanaya karıştıktan 100 sene sonrasında derviş oldum. Ben bir tek akaidini bilirim, biçim ve simasını hiç. tasarım edemem.,, Mara, Buda şekline gireceğini ama bu vaziyette kendisine ihtiram etmemesini Upagupta’ya vadettirir ve ormanda kaybolur. Sonra Buda’nın tantanalı heyeti ve yakınları ile çıkagelir. Vücudundan intişar eden altın hâle, güneş şuaı şeklinde parlıyor.
Upagupta’nın bu görkemli görünüş karşısında heyecanı gittikçe artar ve sonucunda ayaklarına kapanır. Mara hayretle verdiği lafı hatırlatır. Upagupta Mara’ya kendi önünde çökmediğini, vadini unutmadığını söyledikten sonrasında şu şekildeki der: “Dinle! Çamurdan bir Buda yapılsa, buna Buda düşünülerek tapılsa aynıdır. Ben seni düşünmedim. Buda’yı düşündüm.”
İşte bu menkıbe yoliyle budizm, hayır sahipleriyle sanat erbabını kendi hizmetine icbar eden canlı bir kudret halini almıştı. Büyük İskender’in İran’la şimalî Hindistan’ı zaptederek buralarda bir oldukca metropoller kurması dolayısiyle askerlikten çekilen Yunanlar arasındaki sanatkârlar yerlilerle evlenerek yerleşmişlerdi. Yunan’ların aşıladığı tasvirî sanatların inkişafı dolayısiyle Kandıhar’da kurulan yeni ekol antik sanatın hazinesine meharetle el atmış, birçok şekillerle budizm sanatını ortaya çıkarmıştı. Budizm Kandıhar havalisine yayılmadan ilkin Buda’nın hemen hemen bir tipi teşekkül etmemişti. Hint sanatkârları buna içtisar edememişlerdi. Fakat Kandıhar sanatkârları Apollon ile Dionises’den Buda figürlerini yarattılar.
Türlü klâsik mitolojinin uygulamalı yolu ile husule gelen Buda sanatının panteonu Kandıhar’ın sanat güneşi gibi Hindistan’a, Cava’ya, Orta Asya üstünden Çin’e, Kora’ya ve Japonya’ya kadar tüm bu geniş ülkeleri aydınlatmıştır. Hindistan’a aşılanan Yunan sanatı şarkî Türkistan’a iki yoldan gelmişti. Biri Pamir-Kaşgar üstünden olmak üzere garpten, öteki Keşmir, Karakum’dan olmak suretiyle cenuptan Yarkent’te birleşerek yayılmıştı. Yunan’lılığın, dolayısiyle sanatının Mezopotamya, Mısır, Anadolu ve Girit esaslarına dayanarak husule geldiği düşünülürse Uygur kültürünün emsali şeklinde tabiî bir seyir takip etmiş olduğu neticesine varılır. Roma’lılar, Germenler kendi ülûhiyetlerini Yunan’lılarınki ile telif etmemişler midir ?
Eğer antik kültürden pay almak bir mazhariyet ise Türk’ler bunu Avrupa’nın ilk rönesansı sayılan Şarlman’dan ilkin, (hiç değilse hem de) yapmışlardır. Buda misyonerleri yalçın kayalarda yada etrafı tahkim edilen düzlüklerde kurmuş oldukları manastırlardan yaktıkları hidayet meşalesiyle tâ uzakları aydınlatıyorlardı. Mâbetlerin duvarları, oldukca kez tavanları, hattâ zeminleri türlü tablolarla bezenirdi. Mâbetlerin tipik şekli şu şekildeki idi: Öndeki holden aslolan mâbede, islâmî tabiriyle hareme giriliyor. Dört köşe olan harem kısmının arka duvarında Buda’nın statüsü bulunuyor. Statünün iki yanındaki medhallerden birer koridora geçiliyor, bunlar arkada üçüncü bir koridorla birbirine bağlanıyor. Mâbedlerde pencerenin bulunmayışı dikkate şayandır. Harem kısmının üzeri çoğu kez kubbeli. Bu kubbelere stilize olmuş dağ menaziri tersim edilir ve bu manzaralarda Buda’nın mütevali doğumları tasvir edilirdi.
Ressamların kendi resimlerini icra ettikleri da vardır. Vakıf sahiplerinin tasvirleri oldukca dikkate şayandır. Uzun, sırmalı yada nakışlı elbiseleri, üç köşeli yakalariyle, vücudünün sıkletini birbirinden ayrı duran ayak uclarına meylettiren duruşlariyle erkekler tam bir şövalye tavrı arzederler. Madenî safihadan kemerlerinin bir yanında kabzası top başlı düz bir kılıç asılı, diğer yanında İskit biçimindeki hançer takılı. Saçlar belirli bir halde kesilmiş ve ortadan ayrılarak taranmış bulunuyor. Şövalyelerin yanında hanımefendiler bulunuyor: dar korsajlan, fazla aleni göğüsleri, kloşlu kollan, korsajın köşeli bordürlü etekleri, arka eteği yere sürünen elbisenin teşkil etmiş olduğu câzip giysileri omuzlan azca geriye çekik, vücudü öne doğru hafifçe eğilimli zarif tavırla- riyle Avrupa rönesans dönemi tasvirlerini andırır.
Resim Tekniği.
Duvar tasvirleri fresko denilen tarzda yapılırdı. Tablonun zemini şu şekildeki hazırlanırdı: Saman ve ot elyafı ile deve tersinden ibaret harç yuğurulduktan sonrasında duvar bununla sıvanarak düzeltilir, üstüne ince bir kireç tabakası geçirilir ve bunun üstüne tablonun taslağı, kopyesi nakledildikten sonrasında renkler işlenirdi. Genel olarak uygur kültürünün kemal devrinin 750—850 arasındaki çağ olduğu malûmdur, Tabiatiyle tasvirî sanatların de kemal dönemi aynı zamana rastlantı eder. Şarkî Türkistan’da tasvirî sanatlar Buda dininin himayekâr kanadları altında tabiî seyrini takip ederek tekâmül ederken ikinci mesut bir an bu cereyanı kemal derecesine çıkarmıştı. O da şarkî Türkistana hariçten gelen öteki önemli bir dini teşkil eden maniheizmdir. Dinin kurucusu olan Mâni’nin kendisi zaten meşhur bir ressamdı, Mâni’nin akait kitapları en güzel kâğıda en iyi mürekkeple kaligrafik olarak yazılır, fevkalâde güzel minyatürlerle bezenirdi. Mâni’nin mabedleri duvar tablolariyle süslediği söylenir. Mâni, sanatkâr sıfatiyle o aşama tanınmıştır ki bizzat muhalifi olan İran ve Arap müslümanlarının hafızasında ressam olarak yaşadığı şeklinde hikemiyatı da takdirle anılır.
Her yandan özellikle hıristiyanlardan gördükleri kovuşturma dolayısiyle Mâniler özgür bir surette dinlerini neşredemiyorlardı. Yedinci yüzyılın ortalarında şarkî Türkistana başat olan Uygurların hakanı dolayısiyle kibar katman Mâni dinine girmişlerdi. Böylece zaten Buda dini dolayısiyle oldukca rağbet bulan tasviri sanat feyizli bir inkişafa mazhar olmuştu. Resim, heykel yanında minyatür fazlaca yükselmişti. Hattâ sonraları Mogollar Şarkî Türkistanı istilâ ettikleri vakit buradan aldıkları yüksek minyatür sanatını bir yandan Çine öteki yandan Irana götürmüşlerdi. Vaktiyle İranda mevcut bulunmasına karşın orada bu an’ane kaybolmuşken bu suretle sonraları Iran, Hind yada İslâm minyatürü ismi altında tanınan fotoğraf sanatına da Şarkî Türkistan kaynak olmuştur.
Tabloların üslûbu.
Tablolarda tehalüf eden üslûbu çeşitli göçümlere isnat edenler olduğu şeklinde münferid misyonerlere izafe edenler de vardır. Bununla birlikte hemen hemen özenli bir üslûp tenkidi yapılmamıştır. Bilhassa başkaca istinadı yada delili olmıyan münferid tabloların tayini keyfiyeti ehemmiyet alır. Tabloların kalıp yada eskiz yardımiyle yapıldığına nazaran eski modelin sonraları da kullanılmış olması ihtimali vardır. Grünwedel Uygur tersimatının sanat üslubunu beş kısma ayırmakta ve hulâsa olarak şunları söylemektedir:
1 — Kandıhar üslûbu: Üslûp nevilerinin türlü varyasyonlarına karşın Kandıhar plâstiklerinde açıkça görülen muahhar antik biçim elemanlarından anlaşılan kısımdır. Bu varyasyonlar bazılarında antik elemanların, bazılarında ise Iran-Hind ilâvelerinin daha ziyade kendini göstermeşinden ibarettir.
2 — Uzun kılıçlı şövalyeler üslûbu: Birinci üslûbun inkişafı denilebilecek olan ve Hint-Skit halitası etkisi veren bu üslûbun da türlü nevileri vardır; bunun da zamanın, dolayısiyle giyim modasının değişmesinden ileri geldiğine hamledilebilir.
3 — Eski Türk üslûbu: Birinci ve ikinci üslûblara bağlî biçim arzetmekle birlikte bazan tasvir edilen mevzuun hususiyetleri dolayısiyle müstakil bir üslûp halini alır. Burada Çin elemanları da görünür: duvar, zemin tablolarının etrafı pek cazip çiçek ornömanlariyle süslenmiştir. Vakfiyeyi yapanların giysileri öncekilere nisbetle tamamiyle başka üslûp gösterir.
4 — Muahhar Türk üslûbu: Bu, aslolan manadaki Uygur üslûbudur. Turfan çevresinde özellikle Bezeklik’teki mabedlerde tasvir edilmiş olup büyük bir yekûn tutan tersimat bu üslûbu temsil edemez. Buna öncekilerin sinkretik üslûbu demek caizdir.
5 — İslâm üslûbudur ki bu açıkça Tibet tarzına dayanır. Tasvirlerin mevzuları, mitolojik, efsanevî ve dinî olurdu. İdi-Kut’ta ortaya çıkarılan bir salonun zemininde fresko tekniği ile tersim edilmiş olan bir tabloyu Grünwedel şu şekildeki tavsif eder: her biçimde özellikle mübarek olması icabeden bir odanın zemini görkemli bir fresko ile kaplanmıştı. Zemin halis frosko olup nemli sıva üstüne tersim edilmiş olduğu için duvardaki tutkallı boya tersimatına nisbetle hava tesirine daha mukavim bulunmaktadır. Zeminde büyük bir göl tasvir edilmiş, içinden, görkemli bir surette tersim edilmiş olan ince uzun boynuzlu ejderler çıkıyorlar, arada yılanlar, kazlar, bir keçi yada su aygırına binmiş bir oğlan, bir lotüs çiçeği üstünde oturan bir ihtiyar, oldukça tabiî bir halde resmedilmiş olan minik kanadlı bir geyik görünmektedir. Hayvanların aralarında görkemli bir halde tersim edilmiş bulunan, stilize olmuş, lotüs çiçekleri, şakayıkı okşayan fantastik yapraklı ve koncalı fantazi çiçekler yüzmektedirler.
Aynı mahiyette olan öteki bir parça şu şekildedir: bir gergedanın gösterişli başı ile suyu yararak ilerlemekte olan kızıl altın renkli ve kanadlı su geyiği çiçeklerin yüzmüş olduğu dalgaların canlı tezyinatını teşkil etmektedir. Geyiğin tüm gövdesi süresince uzanan boynuzlar, ejder başının harikulâade bir tarzdaki ekspresyonu ile sarı, kızıl, yeşil ve karanın intibakının nefaseti dolayısiyle bu tablo, kolleksiyonun en etkili parçasını teşkil eder. Sorçuk’ta bir magaradaki resimleri Grünwedel şu şekildeki anlatmaktadır: Bir kaç güçlü çizgi ile tersim edilmiş olup havaları yararak uçmakta bulunan bir melek tasviri görüyorüz. Yer yüzünün tüm ağırlıklarından sıyrılmış olan bir mahlûkun kaygısız neş’esi oldukca isabetli bir halde anlatım edilmektedir. Vücudun alt bölümü geri yukarı kaldırılmış bir biçimde elbiselerin altında kaybuluyor ve bu fırlak vaziyetiyle elbisenin üst kısmının uçuşmakta olan kumaşlarının yukarı doğru dalgalanan hatlarını tasvir ediyor.
Bezeklikte 4 numaralı mabeddeki bir derviş resmini Wald Schmidt şu şekildeki tasvir eder: dervişin başı dikkate şayandır. Canlı, serâzat bir halde meharetle çekilmiş olan hatlar sanatta daha kudretli, daha özgür bir ferdiyete inkılâp etmişler. Hatta pervasızca mütezat tesirlerin husulünden çekinilmemiştir. Çukurda bulunan gözler, dışarı çıkık elmacıklarla bakan göz bebekleri, büyük fırlak burun ile adelelerin ilginç bir halde modeliye edilmesi üzere şarkî asyalı nazarında, garplı barbar hem de çirkin olan hususiyetleriyle bu baş tasvirinde mubalâğa ile tebarüz ettirilmiştir. Tasvirlerde lotüs çiçeğinin oldukca kullanılışı bir menkıbeye istinat eder. Bu menkibe dolayısile Buda olacak şahsiyetin yaşamının çeşitli safhalarının tasviri de pek merguptu. Bu tasvirler filiz yada nakış yollu çerçeve ile çerçeveleniyor, görüntüler yukarıya doğru, üstü mücevherler ve incilerle işlenmiş kıvrımlı, saçaklı kırmızı bir kumaş tasviriyle kapanıyor.
Üzerinde duramadığıma oldukca acıdığım öteki oldukca önemli motifler de vardır. Yukarda Buda tipinin Yunan panteonundan yaratıldığına, türlü klâsik mitolojinin uygulama edildiğine işaret etmiştim. Bu mitolojik konular meyanında güzelliği dolayısile Zeus’un Kartalı tarafınca Olymp’e kaçırılan ve antik çağda oldukca kez tasvir edilen “Ganymedes” başta gelir. Zeus’un kartalı Hindistan’da mahallî mitolojik bir tip olan kuş başlı, insan vücutlu Garuda, Turfan’da İran’ın Sîmurguna yada ” Zümrüt anka”ya tahavvül ediyor. Muahhar antik dönemin uçan zafer tanrıçaları, feyz ve bolluk sembolü olan içerisi meyve yada çiçek dolu boynuzlar türlü şekillere uğrayor. Mahallî an’ane ile bağlantı kurabilenler türlü inkişaflar geçiriyorlar.
Plastik sanat.
Plâstik sanat için Şarkî Türkistanda ne mermer ne arduvaz taşı vardı, kireç de pek kıttı. Tıpkı Mezopotamya’da sümerlerin, taşın yokluğundan saz ile çamuru şekillenirdikleri şeklinde, şarkî Türkistanda da çamura kıl, bitki elyafı, saman karıştırılarak iyice yoğuruluyor ve husule gelen madde şekillendiriliyordu. Statülerin içerisi yerine nazaran taş, ağaç yada sazla tutturuluyordu. Üzerine hafifçe bir alçı tabakası sıvandıktan sora boyanıyor yada yaldızlanıyordu. İşlenmesi bu kadar güç olan malzemeden tekrar güçlü etki veren eserlerin meydana getirilişi hayrete şayandır; İdi-Kut’ta ele geçen bir torso da zarif katlarla vücude yapışmış olan libası ile gövdenin güzel bir surette şekillendiğini açıkça gösterir. Sorçuk’ta bulunan ihtiyarlamakta olan bir dervişle gençliğin tazeliğini anlatım eden ülkü Buda heykelleri Uygur plâstiğinin güzel nümunelerini teşkil eder. Ağaçtan da heykel yapıldığı vardır. Maralbaşı civarında, oturan bir budayı tasvir eden ahşap heykel bunun bir nümunesidir.
Kısaca ehemmiyetini tebarüz ettirmeye çalıştığım bu yüksek Uygur kültürü nümunelik devlet teşkilâtı, iktisadiyatı, edebiyatı mütekâmil tasvirî sanatlariyle kemalini yaşarken, şarkî Türkistanın türlü meyveleriyle, renk renk çiçekleri ve gülleri ile süslü bahçeleri içinde çalgılar ve millî danslarla yaşamın neşesi terennüm edilirken 843 te bir türlü durmak bilmeyen kırgızların hücumiyle, peri masallarının billûr bir köşkü şeklinde, acı bir tarraka ile parçalanmış bu hazin harabeden yine filizlenerek yaşamak isteyen o güzel bediî eserler islâmiyetin yerleştiği devirlerde büsbütün kül altında kalmıştı. Çin mamulâtının özellikle ipeğin deniz yoliyle Irana nakli de Türkistanın iktisadî yaşamına bir darbe olmuştu. Mogol istilâsı ülkenin nüfusunu mahvetmiş ve böylece o güzel mamureler kasvetli bir çöl manzarası arzetmişti. Mevcut sulama tesisatını korumaya ve idameye nüfus kifayet etmediğinden halk daha azca zahmetle mahsul elde edilmiş bölgelere çekilmiş, vaktiyle Uygur türklerinin zincir vurarak kendine köle etmiş olduğu tabiatin bukağıları çözülmüş ve insanları kendine yeniden mahkûm etmişti.
Fakat ikincil perisi Türklere yeni ufuklar açmıştı. Yüzlerle ve binlerle sene meydana getirilen kültür savaşının muhassalası böylece silinip ortadan kalkamazdı. İslâm dininin 7. yüz yılda ortaya çıkmasına ve azca zamanda oldukca yayılmasına karşın Emeviler hâkimiyetinin sonuna kadar olan çağlarda Ön Asyada göze çarpacak bir kültür hareketi yoktu. Türk asıldan olan Müslim’in Emevilere nihayet vermesi, Bağdat’ta kurulan Abbasî devletinde Bermeki’lerin idarî ve askerî kudreti ellerine almalariyle Türkistan’ın, kendine daha geniş etkinlik sahası ariyan işlek zekâlarına Bağdat yolu, yeni bir çevre açılmıştı. Léon Cahun “şayet Türk’lerin himmeti olmasaydı İslâm kültürü o denli yükselmez ve o denli geniş iklimlere dağılmazdı” diyor.
Profesör Şemsettin Günaltay, bunu “şayet Türkler olmasaydı İslâm uygarlığı denilen uygarlık vücut bulmaz, o aşama açınma etmez, o aşama vâsi iklimlere dağılmazdı” suretinde anlatım ediyor. Hıristiyanlık şeklinde haddi zatında hiç de dinamik olmıyan bir din Roma şeklinde kültürlü bir muhite girmiş olduğu için başta Sent Ogüsten olduğu biçimde Papa Büyük Greguar’ların dehalariyle işlendiği için cihanşümul bir din olduğu şeklinde Arabistan’ın kurak çöllerinde açınma gösteremiyen islâmlık da -Endülüs müstesna- şarkî Türkistan’ın eski kültür merkeziyle, ateşin şahsiyetleriyle temasa girdikten sonrasında cihanşümul bir din olmuştur. Hülâsa, şayet sarayında 400 ozan bulunmuş olduğu suretinde, kendine efsanevî haşmet izafe edilen bir Gazne İmparatorluğu ortaya çıkdıyse, şayet bir tek kendi hükümranlık ülkesinde değil, İslâm’ın merkezi olan Bağdat’ta kurduğu yüksek ilim müesseseleriyle, Bizans İmparatorluğuna diz çöktüren, haçlı ordularını çil yavrusu şeklinde dağıtan ordusiyle büyük Selçuk İmparatorluğu zuhur ettiyse, şayet Osman Gazi’nin beyliği, aradan iki nesil geçmeden, çok önemli bir imparatorluk oldıysa, bir fâninin havsalasının alamıyacağı bu gösterişli tecellilerin kaynağını Orta Asya’nın geçirdiği uzun tekâmül merhalesinde, Uygur kültürünün kemalinde aramalıdır.
Eğer Türk’ler, türlü sebepler dolayısiyle, maddî kültürde garple atbaşı birlikte gidememiş bulunmasına karşın ince bir zevk taşıyorlarsa, şayet bir yandan çağdaş dokumacılığın vatanımızda yeni kurulması yanında bugün Türk köylü kızı çağdaş bir Avrupa tablosunu gölgede bırakan halıyı ince bir zevkle dokuyorsa, şayet bugün şehirli Türk kızı Avrupa tekniğini imrendiren nefîs nakışlarını bediî bir sezişle işliyorsa bu mübarek tecellilerin özlerini eski yüksek kültür çağında aramalıdır.